İnsan kendisini nasıl anlatır? Edebiyatını, yazdıklarını, kitaplarını. Bakın kurnazca şunu yapabilirim: Şimdi anlatacağım, şimdi anlatıyorum, der, der, yazının sonuna kadar edebiyatım hakkında elle tutulur tek bir cümle kurmayabilirim. Tıpkı son romanım “Venüs”te İstanbul Boğazı’nın tam ortasında, doğu ile batı arasında, bir sandalda doğmak bilmeyen kahramanım gibi.
Evet en iyisi son romanımı anlatmak. Son roman bugüne kadar yazdıklarımın son noktası zira. Ötesi var mı, şimdilik yok. Hatta belki olmayabilir bile Allah gecinden versin, amin.
“Venüs”ten başlarsak, ilk göz ağrım “Hanene Ay Doğacak” ne olacak o zaman? “Çöplük”üm, “Sarmaşık”ım, “Resmigeçit”im, “Eski Dostum Kertenkele”m? Bugüne kadar yazdıklarımla ilgili biricik bir cümle kurmam gerekirse bu ne olur? Hakikatten zor soruymuş. Değil kendim, birisi sorsa cevaplayamam. Evet, şimdi çok aptalca, hiç profesyonel olmayan bir cevap vereceğim: Kalbimin o kadar derinlerinden yazıyorum ki, yazıp bitirdiğimde yazdıklarıma ben bile şaşıyorum. Şaştığım şeyi nasıl anlatırım, inanın hiç bilmiyorum. Hem insanın kendi kendisini anlatması çok ayıp. Bilmiyorum bana öyle öğretildi. Yani babaannem öyle söylerdi. Son romanım “Venüs”ü yazarken bol bol kulaklarını çınlattığım rahmetli babaannem. Her “yazı - çızı” biraz bilinçaltıdır, insanın ruhunun derinliklerindeki tortudur. İnsan zaten bir muamma. Benim edebiyatımla bağlantılı olarak “Venüs”ten söz ediyorduk, ailemin talihsiz kadınları el verdi, yazabildim. Metafizik değil. Metafizik yok. Ama yine de kucağımda son bir kez gözden geçirdiğim romanım yayınevinde kendi kendime ve tıpkı son romanımın kahramanları gibi tınılarla “Ayol, nasıl yazmışım ben bunu şaştım, kaldım,” demişken orada bulunan felsefeci bir dostum, “Sen yazmadın, yazdırdılar,” demişti de pek gülmüştük. Hâlâ da gülerim. Keşke öyle olsa. Gerçi “Venüs” için editörüm, “Kulağınızın dibinde gül kokulu, ılık bir nefes anlattıkça anlatıyor,” dedi. Haklı.
Yazmadın, yazdırdılar meselesine gelince: Bilmiyorum ilham perileri vardır elbet. Yazmak benim için kolay. Benim başlamam zor olur. Yazacağım yeni romanın dalına var gücümle tutunmak epey zamanımı alır. Bu dertli zamanlara ilham perilerinin gelmesini beklediğim anlar diyebilirim.
Farkındayım halen size edebiyatımdan söz edemedim.
“Venüs”te mesela, tatlı uzun bir cümle var. Sanki orada saydıklarım için yazıyorum ben. Şöyledir o cümle:
“Yolunu kaybetmişlere, serserilere, asilere, delilere, isyancılara, âşıklara, hacılara, şifacılara, katillere, içinde taşıdıkları elem ve kederle şu dünyaya sığamayanlara, yalnızlara, kimsesizlere, sesinden başka ses duymayan gariplere, hayalperestlere, putperestlere, körlere, dilsizlere, korkaklara, cesurlara, mahlukatlara, görünmeden aramızda dolananlara, hayallerinin peşinde koşanlara, hakikatlerin kölesi olanlara, pişmanlara, utanç içinde kıvrananlara, suçlulara, masumlara, fakirlere, zenginlere, dişilere, erkeklere, iki cinslilere, iki cins arasındakilere, çirkinlere, güzellere, bütün âleme.”
DERTLİ KAHRAMANLAR
Bu cümle romanda “yolunu gösteren Venüs,” diye biter. Ben, işte bütün bu saydıklarım için yazıyorum diyebilirim. Başkaldırıyorum, isyankarım, asiyim. Yazarken yani. Hayatta süt dökmüş kedi. Masamın başından kalkınca duvar diplerinden yürüyen bir gölge.
Kadınlar ve çocuklara el veriyorum. Hem yazarken, hem yaşarken. Dertli ve kederlidir benim kahramanlarım. Ama içten içe bir coşkuları da vardır. “Venüs”te epey eğlencelidirler mesela. İyimser ve şeker şurup bir roman yazmak da kısmetmiş. “Venüs” böyle. Ama iyilik eşyanın tabiatına aykırı -ben oluyorum bu- romanın üç yerinde hüngür hüngür ağlatıyorum okuru. Çünkü ben de o satırları yazarken ağladım: “Bizi Öldürme Anne”, “Kuyu” isimli bölümlerle romanın sonu.
Benim edebiyatım bir kuyudur ve tıngır mıngır bir şeyler çekerim o kuyudan. Buyrun bilinçaltı; kuyudan kuyuya akıverdim. İşte edebiyatımın kaynağı! Ne diyorduk, edebiyatımı bir kuyuya mı benzetiyorduk: Kuyunun suyu hep aynıdır ama bazen başka bir kaynak besler onu, daha tatlı olur tadı, daha acı, daha soğuk, daha sıcak bazen renginin değiştiği bile olur. Bazen kuyu taşar, suyu çekmeye gerek kalmaz. Bilmem oldu mu bu benzetme? Bir ses denemesi yapmak üzere bana “Konuş,” demişsiniz de ben konuşmak mecburiyetindeymişim gibi hissediyorum kendimi.
Büyüklenmek gibi olmasın ama şimdi böyle söyleyince tastamam öyle olacaktır, “Büyükleniyor işte!” O zaman büyüklenmeden sayılırsa af buyurun lütfen, yazmanın doğuştan getirdiğim bir marifet olduğunu düşünürüm. Sonra elbette bu marifetimi işledim, parlattım. Ateş olsam ne kadar yer yakarım misali başka başka yazarları okudum, sevdim. Ama hep yazdım. Sular seller gibi yazdım. “Venüs”ün kahramanları gibi anlatmalara doyamadım. Masamın başında geçirdiğim zaman zulüm değil cennetten saatlerdi bana. “Hanene Ay Doğacak”tan bu yana hayatın hep bir kenara ittikleriyle, tabu belledikleriyle ilgilendim. İlk baskısı yüz binlik normalite, “İyi cesaret,” deyip dudak büktü benim edebiyatıma. Oysa yaşamaktı cesaret gerektiren. Ben de masa başında cesurdum sadece. Evet gerçek hayatta da dilenci bir çocuğu iten adamın suratına tükürmüşlüğüm, herkes sessizce bir dramı izlerken benim bir kaplan gibi yerimden fırladığım olmuştur, olacaktır. Ama daha çok masamın başında hayat bulurum ben. Venüs’ümün Nergis’i gibi “Fesuphanallah, ne çok konuşturdunuz beni,” demek geçti içimden. Tanısanız seversiniz, Nergis’i ve “Venüs”ün diğer kahramanlarını. “Çöplük”ün Leyla’sını da kimseye değişmem. Yine son romandan tıpkı benim gibi Arnavut kahramanımın ağzından, sözlerimi noktalamak istiyorum:
“Bre çok merak ettiyseniz şuncağızın romancılığını ve edebiyatını, alıp okuyuverin. Yok okumuş biliyorsanız onu daha fazla konuşturmayın.”