“Annen hasta,” dedi babam. Ayaklarım yere basmıyordu. Oturduğum yerde boşlukta sallanıyordu. Başımızın üstünde bir at sineği. Perdeleri en güzel yeşil, parkeleri gül ağacı, avizesi pırıl pırıl, konsol üstündeki aile fotoğrafları pek güleç bu eve nasıl girmişti o kara sinek ? Ya annemin hastalığı ?
“Kardeşine babaannen bakacak. Ama sen burada kalacaksın.” Babamın bu sözünün üzerine babaannem sahne alır gibi çıktı: “İkinize birden bakamayız yavrucuğum,” dedi yavruağzı krokodil çantasının kısa sapını koluna geçirirken. Böylece yalnız kaldığım günler başlamış oldu. Gerçi Zülfiye vardı. Sabah evin önünde oflaya puflaya duran belediye otobüsünden iniyor, akşamüstü bir akarsu gibi kıvrılarak akan caddeyi takip ederek evine gidiyordu. Ama Zülfiye mutfaktan çıkmıyordu. Zaten babaannem masanın üzerine parmağıyla uzun bir çizgi çizmişti: “Ne o, hiç toz almıyor mu bu ?” Nasıl alsın ? Zülfiye mutfaktan çıkmaya korkuyordu. “Ben de hastayım,” diyordu fısıltıyla, kendi sesinden korkup. “Kocamı kıtır kıtır kesesim geliyor.” Onun için mutfak dünyanın en güvenli yeriydi.
Ne kadar küçükmüşüm Allah’ım. Yıllar yıllar sonra, yanımda kızım, sessiz çocukluk evimizi gezerken annemin hasta yattığı odanın kapısına geldiğimde düşünmüştüm bunu. Kapı koluna erişmek için kolumu epeyce kaldırmam gerekirdi. Oysa şimdi kapı kolu elime geliyordu, hüzünlü çocukluk anılarıyla yüzleşmeye hazırdım.
Annem hastaydı. Bu küçük cümleyi yazarken hala içim titriyor. Oysa ben neler neler yazdım. Gözümü kırpmadan yazdım. Hanene Ay Doğacak’dan bu yana her roman kahramanımın başına kederli bir hayat hikayesi ördüm. Roman kahramanlarım masa başında bir cerrah hassasiyetiyle tamir ettiğim gövdeler gibiydi. Cerrahlar , sıradan hayatlarına döndüklerinde, içini gördükleri o gövdelere bakabiliyorlar, sevebiliyorlar, dokunabiliyorlar. Yazmak da böyle bir şey. Ama kendini yazmak zor.
Annemin hasta olduğunu öğrendikten sonra bütün bir gün o at sineğini kovaladım. Sanki onu yakalasam annemin hastalığını avcumun içine alacaktım. Sonra onu, gelip geçenin üzerine fındık fıstık kabuğu atmayı alışkanlık edindiğim, bu çocukluk huyumu da bir roman kahramanıma ödünç vermiştim, küçük balkondan fırlatıp atacaktım.
Peki annem nasıl hastalandı ? Bu sorunun cevabı olacak çocukluk anısı şu köşede duruyor. Buyrun, yaklaşın. Annemin elini tutmuştum. Gezmeye gidiyorduk. İkimiz. Annemin üzerinde mavi degaje yakalı elbisesi. Aynısını Catherine Deneuve’ün üzerinde görüp gazeteden fotoğrafını kesmiş, terziye diktirmişti. Bir o tarafa, bir bu tarafa gidiyorduk. Gidemiyorduk. Şehrin tam göbeğinde nereden gelip nereye gittiğini unutmuş gibiydi annem. Elimi de bırakmıştı. Arkasından koşup koşup elinden, eteğinden tutmaya çalışıyordum. Ne büyük şans, bir aile dostumuza rastlamıştık. “Hanımefendi ne oldu size ?” Başımın üstündeki at sineğinin vızıltısı kadar anlaşılmaz bir adı vardı bu durumun: Depersonalizasyon. Bildiği şehirde, yollarda, bir yabancı gibi kaybolma. Bir adım ilerisi, adını, kim olduğunu unutmak. Çöplük isimli romanımda bir kahramanıma yakıştıracaktım bu hastalığı.
Annem hem var, hem yok gibiydi. “Allah göstermesin, ölüp gitmiş olsa şu çocuk daha az acı çekerdi,” diyordu babaannem. Bir sabah halamla birlikte bize gelmişlerdi. Kapıda durmuş onları dinliyordum. “Git terliklerini giy yavrucuğum,” demişti babaannem. “Hizmetçiler, yalınayak yerlere basarlar. Küçük hanımlar sabah uyandıklarında terliklerini giyerler.” Annemi hastaneye yatırması gerektiğini söylüyorlardı babama. Sıcak yuvası darmaduman olmuş babam ne kadar yorgun ve çaresizdi. Koştum babama sarıldım. Babamın hıçkırıklarla sarsılan ince uzun gövdesine dolandım. “Bak hala giymemiş terliklerini,” diye azarladı babaannem. Yaşadığı trajik durumla arasına mesafe koymayı beceriyordu. Güzel karısı hasta oğulunu “Hayat bu evladım,” diye soğukkanlılıkla teselli ediyordu ama giderken halamın koluna girmiş ağlıyor, ayaklarını zavallı insanlar gibi sürüyerek yürüyordu. Hanımefendiler öyle yürümezlerdi.
O sabah saçlarımı kestiler. Annem her sabah beni dizlerinin dibine oturtur saçlarımı tarardı. Radyo açık olur, saç tarama saatlerimiz “Arkası Yarın” lara denk düşerdi. Sessizce dinlerdik. Bir süre sonra ben kendi arkası yarınlarımı anlatmaya başlamıştım. “Şebnem bütün bunları nereden uyduruyorsun ?” diye kahkaha atmıştı annem. Çok güzel bir gülüşü ve düzenli fırçalarsam onun gibi olacağını söylediği inci gibi dişleri vardı.
Halam ve babaannem saçlarımı kesmek için beni arka balkona çıkarıp tabureye oturttular. “Açıkhava berberine hoşgeldiniz,” dedi babaannem. Kalbinin yerinde çam kozalağı taşımıyordu elbette. Seviyordu beni. Saçlarımı kesmek gerekiyordu çünkü annesi hasta bir çocuğun saçları düğüm olur açılmazdı. Bitlenir bitden kurtulmazdı. Kaşımaktan kafası yara olurdu. Annesi hasta çocuğun saçları bir öbek çalı gibi başının üstünde toplanırdı. Ayy ne çirkin şey bu derlerdi. Kesmek kolay olsun diye saçlarım kuyu yılanı gibi iki cılız örgü yapıldı. Böyle söyleyen de Zülfiye’ydi. Gözümden süzülen yaşlarla birlikte örgülerim ayaklarımın dibine düştü. Balkona tüneyen kargalar bizi seyrediyorlardı. “Eh Şebnem bunlara her hafta bir kalıp beyaz peynir yedirirse, evde sizinle birlikte bile yaşarlar,” demişti babaannem. “Kargalar uzun ömürlü olur hepimizi gömerlermiş, doğru mu ?” demişti Zülfiye. “Laf !” demişti babaannem. Yine babaannem, hep babaannem. Halam suskundu. Ağzını bıçak açmayacak kadar derin bir aşk acısı çekiyordu. Küçük bir çocuğun acılarıyla yüzleşip terbiye olması için buraya zorla getirilmişti. Oysa babaannem bilmiyordu ki her acı biriciktir, her acı dünyanın yerine geçer. Kargalarla ilgili bir iki lakırdı daha oldu, güldüm. Avunmaya, teselli edilmeye meyilliydim. Ama bir daha saçlarımı hiç uzatmadım.
Gecelerden bir gece isyan ettim. Annem elinde bir bardak süt odama gelmişti. Tarçın kokuyordu, çiçek kokuyordu. Hiç hastalanmamış gibi yatağımın ayakucuna oturmuş, ben sütümü içerken, Parmak Çocuk masalını sonuna kadar okumuştu. Sarılmış, beni öpmüştü. Ne güzel bir rüyaydı. Uyanınca korkunç bir acı hissettim. Avaz avaz ağlayarak annemin hastalığı karşısında duyduğum acının çelimsiz çocuk bedenimde izlediği yolu tarif etmeye çalışıyordum. Kalbimi gösteriyordum. “Tam buramda !” Mutlu hikayelerle işim o zaman bitti. Masamın başında kederli ve hüzünlü şeylere şefkatle yaklaşmamı sağlayan şey içimde o zaman uyanmış gibiydi.
Sonra yatağımı ıslatmaya başladım. Sabahları bir ucundan benim diğer ucundan Zülfiye’nin tuttuğu çişli yatağımı bir ceset gibi sürükleyerek arka balkona çıkarır olduk. Annemin hasta olduğunu kabullenmiştim.
Derken annem, karanlık bir odada yatmaya devam ederken evde tuhaf şeyler olmaya başladı. Daha doğrusu yıl 1980’di ve bütün ülkede tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. İki solcu tıp öğrencisi bizim evde saklanıyordu. “Zülfiye bilsin ama görmesin,” demişti babam. “Sonra başına iş gelir.” Yemek bırakmak için kaçakların saklandığı odanın kapısını çalıyorduk: “Tak, tak, tak” İçeriden sesler geliyordu. Biraz bekleyip usulca açıyorduk kapıyı. Kimsesiz bir odaya bırakıp çıkıyorduk yemekleri. Boş tepsiyi almak için yine aynı şey. Okunmakta olan kitapları, dumanı tüten sigaraları öylece duruyordu hayaletlerin. Anneme iğne yapan da fitilli pantalonlu, oduncu gömlekli o hayaletlerdi. Daha fazla kaçamadılar. İskambil kağıtlarıyla fal açıyorlardı. Konuşuyorduk. Gülüyorduk. Beni eğlendiriyorlardı. “Annen iyileşecek,” diyorlardı. Eylül’de okula başlayacaktım. Okuma yazma bilmiyordum ama sayfaları yazıyormuş gibi dolduruyor, bunları okuyordum. “Hakikatten yazıyor,” demişlerdi benim için. Yazar olacağım kahanetini dillendiren onlardı. 12 Eylül askeri darbesiyle acı dolu bir hayat hikayesine savrulmalarına daha vardı. Zülfiye’nin pirinç taneleriyle kendisine mesajlar yazıldığını söylemesine de…
Hasta annemin yanına yaklaşamıyordum tıpkı şimdi bu yüzleşmede olduğu gibi. Kaçak solcu öğrencilerle vakit geçiriyordum. Babaannemin beni istemediği kadar vardı evet, koridorda bir o tarafa, bir bu tarafa koşuyordum. Annemin yattığı karanlık odanın kapısını açıp bakıyordum. O odaya girmekten korkuyordum. Şimdi bir romancıyım ve bütün odaların kapısını cesaretle açıp bakıyorum.
Önce kaçaklar gitti. Ben uyurken. Başucuma okudukları kitaplardan birisini bırakmışlardı. Kapağını kaplamış, yazar adı olarak adımı yazmışlardı.
Annemin ölmesinden korkuyordum. Zülfiye ölülerin buzdolabından çıkarıp içtiğimiz limonata gibi soğuduğunu söylemişti. Boylarının uzadığını. Bütün cesaretimi toplayıp annemin odasına girmiştim. Ellerini tutmuştum. Ayaklarını. Soğuktu. Sanki boyu da uzamıştı.
Annem ölmedi. Ama bir gün ansızın gitti. Babam, bir sabah, bez bir bebeğe ayakkabılarını giydirmeye uğraşıyordu. Hırkasını. Tıpkı son romanım Kirpiklerimin Gölgesi’nin çocuk kahramanına söylettiğim gibi: Ben de en çok annemi severim. Ama koşup anneme sarılamıyordum. Yazdığım zamanlardaki gibi sırtımı kamburlaştırıp acı içinde kasılıyordum. Kakamı edemiyordum. Gece dişlerimi gıcırdatıyordum. Bir çocuğun acısını taşıma yöntemleri. Aynı evin içinde olmamıza rağmen annemi çok özlemiştim. Ama babam onu alıp götürüyordu öyle mi ? Pencereden onlara baktım. Kanatları açık bir yaratık gibi kendilerini bekleyen arabaya binip gittiler. Aşağı inip peşlerinden koştum.
Anne gitme ! Anne beni bırakma !
Çok ağladım.
Artık büyüdüm. Ben de anne oldum. Ama masamın başındaki karanlıkta, annesinin peşinden koşan o çocukla yüzleşirken elimde değil, ağladım.