ERBAKAN'IN İLHAM VERDİĞİ ROMAN KAHRAMANI

Resmigeçit'den okuma parçaları...Sayfa 57-58, sayfa 493-499

“Bak sana güveniyoruz bu odaya rahatça gi-ri-yor-sun, çı-kı-yor-sun ama,” diye söze başlardı Süleyman Tel. Şarkı söyler gibi konuşurdu Süleyman Tel. “Kuşlar mübarek hayvanlar ,” derdi Süleyman Tel. “Yaptığın sevaptır,” derdi de bir türlü o telle tutturulmuş su kabını makam penceresinin önünden sıpıtıp attırtamazdı Süleyman Tel.

    Londra’daydı. Hatta dönmüştü, konvoyu Başkent tepelerini selamlaya selamlaya geliyordu.  Tavan arasında bıraktığımız Rasim ve arkadaşlarının  dönüşünden haberi olmuş, derin bir soluk almışlardı. 6 Eylül’de İsrail’in Kudüs’ü işgalini protesto için Konya’da yaptığı mitingin hesabını sormak istiyorlardı. Neydi o  dev Arapça  pankartlar, ellerinde sahte tüfeklerle gerilla giysili “Millete değil, ümmete inan,” diye haykıran militanlar, İstiklal Marşı’nda cübbelerini sıyırıp kıçını gösterenler.

  Süleyman Tel’in konuşmasını tekbir getirerek kesen partinin gençlik kolu “Akıncılar” sonunda kelamını söylemişti: “Allahuekber ! İran ikinci kıblemiz, Allahuekber !”

   Süleyman Tel bu coşkulu kalabalık karşısında kontrolünü yine kaybetmişti. 70’li yıllar kah Kara’nın kah Çoban’ın partisine koalisyon ortağı olarak geçmişti.  Temelli iktidar için şeriat gerekti. Bunun olabileceğine o anda inanıvermiş, başlamıştı şakımaya. Rasim kendisine getirilen ses kaydını dinlediğinde yerinden fırlamıştı. Ertesi gün televizyon ve radyo duyduklarını gevrek gevrek tekrar etmiş, gazeteler harfiyen yazmıştı:

  “Ah ordu, ah ordu ! Süngünün hangi tarafının iş gördüğünü bilmez salaklar mandası!”

                                                        

                                                                                                                     ***

 

      Ticaret Odası Başkanlığı koltuğuna yapışıp da kalkmadığı günlerden bu yana politikada iyice pişmişti. Şimdi dağdan büyük bir taş yuvarlayacaktı ki  herkes kaçsın:

  “Ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken besmeleyle başladığı halde siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine ? ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım.’ Eeee... Sen bunu söyleyince öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı ‘Ya öyle mi ? Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım,’ deme hakkını kazandı.”  

     “Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım,” diyen kalabalıktan, söylediklerinin mükafatını oy olarak alacaktı hiç kuşkusuz.  Ceza olarak devlet tarafından  dağdan yuvarladığı büyük taşın altına sürülecekti ama daha buna vardı.

      “Kürt dostu,” yazılı bir pankart, geniş bir ovanın ucundan yükselen güneş gibi kendini gösterdi. Süleyman Tel’in eli ayağı birbirine dolaştı. Derken salonda bir siren sesi yankılandı. Bunun gösterinin bir parçası olduğundan, ne Süleyman Tel’in, ne onun kendilerine sırt çevirmeyeceğini umut eden Kürtlerin, ne de çişe çıkan sivil polislerin haberi vardı. Körfez Savaşı ertesi bu hiç hesapta olmayan siren sesi mutat etkisini yaptı: Amaçsızca salona dalmış bir fil sürüsü etkisi  yarattı. Tuhaftı, Süleyman Tel bu suni arbedeyi seyredalmış,  belleğinin bir köşesindeki hatıralar, kozasını yırtmaya çalışan ipekböceği gibi kıpırdanmıştı. Partinin şeyhülislamı saydığımız kişi mikrofonu onun elinden kapıp şu uyarıyı yapmasaydı, “Sirenleri çaldıran bizim arkadaşlarımızın beş vakit secdeye varan iman dolu elleridir. Gazamız mübarek olsun demektedirler bizlere. Bu sirenler Allah’ın askerlerinin ayak sesidir, vs. vs. vs.” omuz çıkıkları,  kaburga kırıkları, başlarına aldıkları darbelerden dolayı geçici hafıza kaybı gibi hasarların yerini ezilerek gerçekleşecek ölümler alabilirdi.

   Süleyman Tel, tepişen dinleyici gurubunu seyretmeye devam ediyordu. Sirenler aklının frenk köşesini harekete geçirmişti. Almanya’da öğrencilik yaptığı yıllarda, savaştan yeni çıkmış bu memleket savaş tatbikatı yapmaya doyamaz, ayda bir sirenler çalar, hayali bir  tehlikeyi fazlasıyla ciddiye alıp sığınaklara koşarlardı. Hayali tehlikenin geçtiğini varsayan sirenler çalana kadar kucak kucağa sığınaklarda oturmak mecburiyetindeydiler. Kimseyle konuşmaz, ahbablık etmezdi Süleyman Tel.  Kendisi gibi müslüman olan, böyle olduğu için aynı odayı paylaşmayı tercih ettiği Ürdünlü bir öğrenci daha vardı ama o da bizimkisini sevmezdi. Sevmemekten öte, müslümanlığına şahit gereken oda arkadaşı,  Süleyman Tel sabah namazına durduğunda kör kütük sarhoş gelir, bu da yetmezmiş gibi müslümanın müslümana ettiği eziyetin emsali, seccadenin ortasına kusuverir, hatta oracıktı, bizimkinin secde edip yüz sürdüğü yerde sızıp kalırdı. O müslüman çocuk bunu neden yapıyordu ? Kendisi şimdi Kürtleri yüzüstü bırakıp Kurt Partisi’nin peşine neden takılıyorsa ondan ! Hatırlayışın kollarında bir beşik gibi sallanan belleği ikinci bir siren sesini duymayı beklediği köşeden bakın daha başka neler neler  bulup çıkarıyor: Sığınakta, ellerinden bir dilim ekmek almadığı,  domuz yağı sinmiştir diye çanaklarından nimet kaşıklamadığı gavur öğrencilerle  omuz omuza beklemek durumunda kalıyordu. Bu kadarla kalsa iyi; anlattıklarını dinlemek zorunda kalıyordu. Bu kadarla da kalsa iyi;  o vakit anlattıkları, konu ettikleri, üzerine konuştukları şey iğrenç bir akrobasinin tasviriydi. En iyisi bu kadarla kalmasıydı ki; tartışma bitmiyordu. Mevzuu, Oryantal erotik baskı bir koleksiyon parçasının tanımını içeriyordu. Hayır ! Söz konusu koleksiyonun sanatsal olarak da jimnastik olarak da ikinci sınıf olduğundan konuşuyorlardı. Ah, aklının frenk köşesi ! Konuşulanlara bakılırsa, -yalvarırım susun !-  bu komik ve pahallı resimde, bön beyzi suratlı, kafasına iğrenç bir saç oturtulmuş Mongol karısının paravanalar, saksı bitkileri, ipekler, kağıt yelpazeler ve tabak çanakla tıkış tıkış dolu, vitrine benzeyen bir yerde altı tane pek tombul, boş suratlı jimnastikçiyle cinsel irtibatta bulunduğu görülüyormuş. Zaman, şimdi kendisine zararı dokunan marifetini gösterip  uzaktaki anıları yakına getiriyordu: Çapraşık, rahatsız pozisyonlarda yumulup kalmış üç erkek, orospunun deliklerinden üçünü aynı anda kullanmaktaymışlar; daha yaşlı iki müşteri onun tarafından elle muamele görmekteymiş,  altıncısı, bir cüce ise kadının deforme ayağıyla yetinmek zorundaymış.  Belleğinin günah, aklının frenk köşesi, selamını verip sahneden inmeye hazırlanan oyuncuları zorda bırakan tiyatro perdesi gibi kapanmak bilmiyordu ! Diğer altı şehvet erbabı, kadının aşıklarına livata uygularken, bir diğerininki de koltuk altına sıkışmış kalmış. Gavur öğrenciler  soruyorlardı;  “Bu son derece sakin hanım  elbiselerinin bir kısmının üzerinde olmasını nasıl beceriyordu ?”  Acı gerçek, Süleyman Tel onların mevzuu ettikleri şeyin ellerinde olduğunu hissetmişti. Dolaylı ya da doğrudan bu söz konusu hanımla bağlantılı olan bütün kolları, bacakları  ve karın katlarını, bu Nabokovyen durumu sabırla çözen  aralarındaki Rus olmuştu. Oryantal erotik baskının “13 aşıklı Geyşa” olarak tanımlandığını duymuştu Süleyman Tel. Birlikte aldıkları fizik derslerinde Süleyman Tel’e bir deha olduğunu düşündüren, gavur olmasa hayran olunacak olan -ileriki yıllarda Ay’a giden ilk füzenin telefon kablosuyla boğularak öldürüldüğü sırada evinden çalınan tasarımlardan hareketle yapıldığı iddia edilecekti- anatomik olarak hesabı verilemeyecek on beşinci bir göbek deliği saptamıştı.

    Sirenleri çalmanın ve susturmanın kendi ellerinde olduğunun ispatı olarak, sirenler tekrar çaldı. Hem başını secdeden kaldırmayacağı kırk gün kırk gecelik bir tövbe dönemine girmesine neden olan 13 aşıklı Geyşa hikayesini dinlemek zorunda kaldığı belliğindeki sığınakta, hem Almanya’da öğrencilik ettiği günlerin çok uzağında, bugün de.

    Hasarlı bellekler hatırlamanın tadını çıkarma özgürlüğüne sahip değildirler.

    “Yönetimine talip olduğum, hayal kurduğum ülkem gibi, ben de arkama dönüp bakmamalıyım,” dedi Süleyman Tel. Bunun devamını getirmenin kendisini dinleyen kalabalık açısından faydalı olacağını düşündü:

   “Hz. Lut’un karısı gibi arkasına bakan yanar ! Resmigeçit’de gerisin geriye dönen bölük düzeni bozar. İleri bakan kazanır ! Unutanlar kazanır !”