Resmigeçit'e Ne Demeli ?

Resmigeçide Derler Alay, Oysa Bimarhanededir Çekilen Halay Christoph K. Neumann∗ Memlekette âdettendir: Yetişkin adamlar bile babalarının karşısında sigara içmezler. Aslında babalar veletlerinin tütüne meftun olduğunu bilir; onlar da babalarının bunu bildiğini. Fakat saygı kavramı, görmezlikten gelmeyi gerektiriyor; olan da tiryakinin akciğerine, bir de baba ve oğlun bir şeyler paylaşabilme ihtimaline oluyor. Vidayı biraz daha sıkayım: anne baba, kızlarının birileriyle yatıp kalktığını hattâ birkaç senedir biriyle birlikte yaşadığının farkında olacak durumda olduğu halde bunu görmek veya duymak istemezler; o adamdan da hiç bahsedilmez, ebeveyn kızın ziyaretine geldiklerinde adam don, çorap ve diğer şahsî eşyalarıyla beraber evden toz olduğu için ortada olmuyor – ta ki beyaz gelinlik ve telli duvaklı nikâh kıyılıncaya kadar. Böylece bir çatışma önlenmiş oluyor (tebrikler!) fakat herkes birbirine ve hattâ kendi kendine (“annemlerle bir sorun yaşamıyorum”, “kızımız istediğimiz gibi biridir”) yalan söylemeye alışıyor; paylaşabilecek, tartışarak bir yere gelinecek bir şey de pek geride kalmıyor. Aslında herkes “her şeyi” biliyor bu ülkede, herkes de “her şeyden” şikâyetçi. Hiçbir şey sürpriz değil: derin devlette de Ergenekon’da da şaşırtıcı olan, onların hakikat olması değil, su yüzüne çıkmasıdır. “Kürt kökenlilerin” hak mahrumiyetini de herkes biliyor, 1915’de Ermenilerin devletin nezaret, müzaheret ve marifetiyle öldürüldüklerini de; faili meçhulun meçhul kalan tarafı varsa teferruatlardandır. Herşey malum, fakat herkes kendi işine bakıyor. Herkes özel hayatında da kamuda da yalana alışkın, hattâ onu kanıksamıştır. Vaziyet böyleyken edebiyata ihtiyaç çok, fakat aynı zamanda hareket alanı çok dar: Görmezlikten gelene neyi nasıl gösterecek? Gösterse de kim bakacak? Bir ihtimal Şişli’de bir savcı bakar veya kerinçli kerinçsiz bir avukat şikâyetçi olur. Bu durumda edebiyatçının kimsenin görmek istemediğine değinme hakkı tartışılır ancak bu münasebetle gösterdikleri tartışmaya açılmaz. Çoğu zaman, yani savcı bakmazsa, kimse bakmaz. Bu, Şebnem İşigüzel’in Resmigeçit isimli romanının da kaderi oldu. 2008 Eylül’ünde çıkan bu kitabında İşigüzel 12 Eylül’den başlayarak Türkiye’nin yirmi senesini yeniden anlatıyor, 1915’e kadar geriye giden hatırlamalarla da okuru yirminci yüzyılın belli başlı dönüm noktalarıyla ve Cumhuriyet tarihinin (ve lise inkılap tarihi ders kitaplarının) önde gelen kahramanlarıyla karşı karşıya bırakıyor. Yaptığı şey işte bilineni göstermekten ibarettir. Göstermek, bir şey izah etmekten uzak olduğu için mütevazı, ancak aynı zamanda bakılmaz olanı görünür kıldığı için zordur. Şebnem İşigüzel dile gelemeyeni gösterebilmeyi basit – ve eğlenceli – bir tekniğe borçlu: Komik abartılı yergi. 1980’den 2000’e kadar bütün mahut eşhasa ispat-ı vücut ettirirken onları karikatürize ediyor: Okuyucu da Ali Çoban’ın Süleyman Demirel’in bir müsveddesi olduğunu, General Rasim’in “aslında” Kenan Evren, Banu Ballı’nınsa Banu Alkan olduğunu bulma oyununa dalıyor. Zamane hikâyeleri, manşetleri, skandallarıyla da karşı karşıya kalıyor. Okur böylece onları tanımaya, muammaları çözmeye ve İşigüzel’in neyi uydurduğunu neyi aktardığını tahmin etmeye çalışırken anlatımın hızı gitgide artıyor; 12 Eylül kendisi ince ayrıntılarla, seksenli seneler teferruatlıca, 90’lı yıllar ise sadece belli başlı olaylarıyla tasvir ediliyor: Resm-i geçit bu şekilde gitgide hızlanan bir deliler halayına dönüşüyor. Evet, Resmigeçit’te tasvir edilen siyasetçi, yüksek memur ve askerlerin bila-istisna hepsi ya kötü, ya da deli ya da en azından (Bülent Ecevit’in muadili olan Cevdet Kara’da olduğu gibi) dünyadan kopacak kadar benmerkezci ve kendini kaybetmiş olan insanlar. Bu caniler güruhunun karşısında kurbanların da daha küçük bir geçidi var: Öğrenci olan Emin, mühendis olan Mühendis, Kürt bir taksi şoförü olan Şehmuz ile karısı Keje… Hiç birinin sonu hayırlı olmayacak, olamayacak. En önemli kişi ise Florya’da deniz üstünde inşa edilen cumhurbaşkanlığı köşkünde Atatürk’ün zamanından beri garsonluk ve kâhyalık yapan Mustafa olarak bilinen Kevork Papaziyan’dır. O, Türkiye’nin hafızasıdır; Birinci Dünya Harbi’nden 2000 senesine kadar hep seyretmiş, hep susmuş, ancak gözlerini kapatmayı ve unutmayı reddetmiş birisidir. Satirik metinler birçok şeye elverişli değildir: Mesela şahıslara gelişme imkânı pek tanımaz, okuyucunun iç dünyalarına empati duymasını engeller, hattâ malum olanı referans aldıkları için gerçekten tahlilî olmaktan uzaktırlar. Resmigeçit’e de bundan dolayı itirazlar yöneltmek mümkün, hattâ gerekli: Yüce devletin daimî habaseti, acaba sırf metinde taşlanan şiyasîlerin deli, cani ve moron olmasından mı kaynaklanır? Derin devletin varlığına daha derin sebepler yok mudur? Meselâ sosyoekonomik haletlerden söz etsek? Veya: Türkiye ıssız ve bağlantısız, kıyısına gemi uğramayan bir ada mıdır, yoksa burada olanların dünya – kapitalizm mesela – ile ilgisi var mıdır, varsa nedir? Edebiyat bu kabil soruları ele alamaz mı? Alsa güzel olur. Ne var ki almak zorunda değil, dünyada başka güzellikler de var. Resmigeçit’in güzelliği, yüce devletin meşruiyetini yükselten ihafeyle dalga geçerek itibar ve heybetini yok etmesiyle vücut bulan cemaldır. Ancak burada bir sorun var ki, Şebnem İşigüzel’in ona bir çözüm bulduğu kanaatinde değilim. Belli bir noktadan sonra Türk siyaseti yerginin kapsama alanından çıkmış olur, çünkü abartılacak bir tarafı yoktur. Ali Çoban, pardon Süleyman Demirel’in ofis ile yatak odası arasında inşa ettirdiği asansörle güzel dalga geçilir, Kenan Evren’in hitabet yeteneğiyle Tansu Çiller’in gafları ha kezâ: ancak General Rasim’in Florya’da Ziya ül-Hak şerefine verdiği bir akşamda bir şeyler yoluna gitmeyince bandonun müzisyenlerini denize attırıp boğdurmasının, Hizbullah’ın bahçeli evinden 57 cesedin çıkmasının yanında abartılı bir yanı var mı? Burada edebî yaratı, gerçekligin ötesinde bir yere varmaktan âcizdir. Bundan dolayı da Resmigeçit yer yer gına getiren bir okumaya dönüşüyor: devletin birbirini izleyen mümteniyat vakaları memleketin üzerinden kalkmak bilmeyen bir kâbus gibidir; yani bir süre sonra sadece can sıkıcı ve tiksindiricidir: “Nasıl bir ülkeydi burası? Ardı sıra tarihin akışını değiştireceğini umduğu olaylar vuku buluyor ama hiçbir şey olmuyordu.” Burada sükut-u hayala uğrayan kişi, romanın tek yabancısı, kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan yüzyılların İsveç büyükelçisi Orlando’dur. Sonsuz dayanıklılığı ve hüsn-i niyetiyle samimiyetle memleketin iyiliğini isteyen bu kişi de bütün doğaüstü kudretlerine karşın ülke için çaresaz olamaz. Orlando kendisi de ortadan yok olur, Kevork da Ali Çoban’ın arkasında bir resmigeçidi seyrederken ölür. Tarihin akışına romanda set çeken herhangi biri yok. Okuyucuya canlı kanlı dehşeti kapkara mizahı bir arada yaşatan metin, anlattıklarını akla mantığa sığmayan, zırdeli bir kaçınılmazlığı içinde hapsetmiş olur. Bu bimarhanede şifaya kavuşulmaz, çünkü tarihin resmigeçidine dur diyebilen yoktur. Romanın içinde yoksa: dışında var mıdır? (Kurtarmaz da, belki pederin karşısında sigara içmekle işe başlamalıyız, tercihen bunun artık memnu olduğu nice yerlerin birisinde.) ∗ Prof.Dr., Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi. Yazıyı okuyup eleştiri ve önerileriyle daha iyi olmasını sağlayan Derya Özkan ile Olcay Akyıldız’a çok teşekkür ederim.