Kadıköy’den Beşiktaş’a geçiyorduk. Zira, Avrupa yakasına aittiz. Kaptanın neşesi vapura binen maç kalabalığına “Siyah-Beyaz,” tezahüratı yaptırmasından belliydi. Ardından bir anons, “Ayakta kalan yolcular, kaptan köşküne çıkabilirler, yerimiz var”. Çocuğumu kaptığım gibi soluğu kaptan köşkünde aldım. “Oooo hoşgeldiniz, hoşgeldiniz,” dediler sanki bu bir şakaymış gibi. Kaptan köşküne çıkan dik ve dar merdivenlerde telaşlı başka ayak sesleri duyuldu. Anons ciddiydi.
“Pencereyi biraz açalım mı çok güzel eser,” dedi kaptan bana. “Açalım,” dedim, “Şu burnu dönüverdik mi,” dedi kaptan, “Rüzgar öyle güzel bir koku taşır ki, yarabbim iyi ki hayattayım dersin”.
Meraklısına “Araba kullanmak gibi zor değil,” diyerek vapur kullandırdı (!) Güzel güneş gözlükleri olan yardımcısı ile sohbet ettiler. Bankadaki maaşının şimdiden sıfırlandığından yakındı ama bir sonraki rotanın Beykoz olduğunu öğrenince yeniden neşelendi.
Yanıma ilişen adamın sol bileğinde çoktan kapanmış bir yara izi vardı. Ağzı hafif aralık Ayasofya’nın sonradan eklenen minarelerini sayıyordu: “Yarabbim iyi ki hayattayım”. Diğer yanımdaki üç kişilik kadın grubu ise Kadıköy çarşısından aldıkları tşörtleri birbirlerine gösteriyorlardı. Herkes mutluydu, iyiydi. Kaptan yanaşırken Beşiktaş formalı bir oğlanla maç muhabbeti yaptı. Neşeli bir genç grubunun vapurdaki arkadaşlarına anons yapmasına izin verdi: “Muraaaat bizi iskele çıkışında bekleyin!”
Bu rahatlık ve neşe bilseniz bana ne kadar iyi geldi. Fena halde gergin bir toplumuz çünkü. Omuzlarımızdaki yükler ağır. Geçim derdi, toplumsal baskı ve bu neşe, mutluluk, huzur muhabbetinden sonra saymaya dilimin varmadığı daha neler neler. Kadıköy-Beşiktaş arası memleketteki dertleri bitirmeye yeterli değil. İşsizler ordusu var, taş atmaktan hükümlü Kürt çocuklar, etnik kimliğinden dolayı aşağılanan, ezilenler var, kadın ve çocuk olduğu için dayak yiyenler ve gidecek yeri olmayanlar, ölüm korkusuyla bir karakolda nöbet tutanlar, adalet, hak arayanlar, üniversiteye girmek isteyenler, atgözlüğü takmış medya, benim sözümden çıkmayacaksınız diye direten asker baba. Sorunlar neşe ve muhabbetle çözülmüyor belki ama siyasetteki katılığın yumuşatılması, pek çok hayırlı şeye neden olabilir. Devlet baba, devlet ana olmalı belki de... Yumuşamalı. Obamalaşmalı. Şahane kaptan gibi bir şeylere izin vermeli. En başta düşünmeye, kendini ifade etmeye. Faşizm, muhafazakârlık, baskı hangi topluma mutluluk getirmiş ki? Faşizmi gönülden destekleyen, iktidar hırsıyla tutuşan bir avuç psikopat, bir damacana tatlı suyu içilmez kılan bir damla mürekkep gibi toplumları zehirlemiş.
Hangi darbe bir toplumu mutlu kılmış? İskele çıkışında size kocaman bir öpücük verecek Murat yerine, çirkin bir tank ve tüfekli askerlerle karşılanmak... Hangisi size neşe, muhabbet ve mutluluk verir? Demokrasi, sevgilisini sevimlice gülerek bekleyen Murat’ı, neşeli kaptan ve mürettebatını, giyinen kuşanan güzel kadınları, rahat insanları vaat ediyor. Ergenekon paşalarının ve darbe günlüklerinin vaadi ise hiç bu yönde değil. Muhsin Yazıcığolu’nun ardından iki gözü iki çeşme ağlayan gençlere mutluluğun tarifini yaptırsak, iş, aş, güzel bir yuva çıkar. Görün artık, faşizmin direttiği vatan-toprak- bayrak üçgeninin içi asla bunlarla dolmuyor. Yalan yanlış bilip körü körüne inandığımız, özür dilemekten korktuğumuz tarihimizle karanlık sularda yol alan köhne bi vapur oluruz. Oysa biz bu ülkede tıpkı o neşeli kaptan köşkündeki gibi yaşamak, yol almak istiyoruz. Mutlu olmak istiyoruz!