Kont bir köpek. Biftek gibi incecik dili var. Geçen yaz üç kız çocuğunu duvar köşesinde sıkıştırdı. Kızlar titredi ve ağladı. Hatta en küçükleri korkudan altına işedi. Kont'un bu vukuatı için "Şaşkın. Ne yaptığını bilmiyor, empati kurmak lazım" dedi sahibi. Gerçekten kızları korkutmak mı istemişti, onlarla oynamak mı istemişti, köpek olduğu için böyle davranması gerektiğini mi düşünmüştü, düşünmüş müydü, köpekler düşünebilir miydi?
"Ama köpekler eğitilebilir!" dedi sahibi. Aniden karşımıza çıkmıştı. Muhallebi gibi kıpırtısız denizden, deniz sefasından evimize dönmekteydik. Hatta Galip amcam turuncu havlusuyla bir budist gibi önümüzden yürüyordu. Bu yaz Ada'da hiç görmemiştik Kont'u. Kötü anılar sebebiyle sormak aklımıza bile gelmemişti. "Dört dörtlük bir eğitimden geçti" dedi sahibi. Komik adamdı. Kocaman bir göbeği, hırıltılı bir sesi, her zaman sadece iki düğmesi, o da yanlış yerlerden ilikli gömleği ve ayak parmak uçlarını epey ileri taşırdığı tuhaf bir terlik giyme stili vardı: "O da bizimle birlikte yaşamak istiyor. Dili olsa da kendisini bize anlatsa. Neden kötü biliyoruz onu? Neden anlamaya çalışmıyoruz Kont'u?"
"Kes felsefeyi! Çocukları yiyecekti o!" dedi Müjgan teyze. Sonbahar güneşinin bile yakmasından korktuğu omuzlarına küçük bir havlu atmış, artık görmeye dayanamadığı beton denizi Kartal sahiline sırtını dönmüş, Ada'nın 1940'dan beri değişmemiş köşesine bakarak.
Kont eğitimden dönmüş, 29 Ekim'e kadar Ada'da kalan eski yazlıkçılara kendisini göstermek istemişti. "Papyonu bile var" dedi kızım. Sütlü kahve, siyah tüylerinin arasında dikkatli bakınca biz de gördük. "Benim papyonum" dedi sahibi. "Eskiden smokin giydiğimiz partiler yapılırdı, şimdi terk edilmiş bu iskele üstünde değil mi Galip beyciğim" diye devam etti sonra. Sahibinin mahcubiyeti, zavallı köpeğini insan içine çıkarma arzusu içimi öyle ezdi ki, eğildim Kont'a doğru. "Uzatın elinizi, uzatın elinizi" dedi sahibi. Uzattım. Kont'da uzattı. El sıkıştık. Kızım haklıydı. Dili biftek gibi incecikti ve burnundan verdiği nefesin kokusu duyuluyordu. Kont inledi. "Bakın konuştu" dedi sahibi. Gamlı, kederli baktı yüzüme Kont. O güne kadarki günahları, efendileri tarafından öyle şartlandırıldığı için işlemiş, ancak eğitimi, topluma kazandırılışı da güzellikle olmamış gibi.
Oradan ayrılıp Ada'nın en dik yokuşunun başındaki metruk eve gittik. Evi bir arkadaşımız alacaktı. Evi gösterecek olan yan komşu Lüset hanım elindeki anahtarı şıngırdatarak geldi. Kırmızı bir ruj sürmüştü ve oldum olası Galip amcamı çok severdi. "Ah bu Şebnem" dedi bana ametist bir yüzüğün ışıldadığı parmağını sallayarak. "'Çöplük'ünde rahmetli Abidin Bey'i benzetmiş Marcello Mastroianni'ye. Oysa siz daha fazla benziyorsunuz Marcello Mastroianni'ye."
Geleceğiz demişlerdi...
Demek 30 yıl el sürülmeyen bir bahçe, iki katlı yığma bir binayı yutabilirmiş. Ağaçlar, çalılar, dallardan bir kafes örmüşler. Eve girdik. Gıcırtıyla açıldı kapı. Lüset hanımın neşesi uçtu gitti. Kostepakis Ailesi apar topar gitmiş buralardan. "Ha bugün ha yarın geleceğiz dediler" dedi Lüset Hanım, "Ama gelmediler" derken konsol üstünde kalmış boş bir kolonya şişesini aldı eline. "Evsizler mi kalmadı burada, berduşlar mı? Adam bile kestiler burada. Ama Kostepakis'ler güzel günler yaşadılar bu evde".
Kırılmış aynalar, boşlukta sallanan kornişler, sırtüstü yere saçılmış tencereler, dört bir köşeye uçuşmuş melamin tabaklar, karnı deşilmiş yataklar. "Neden gitti evin sahipleri?" diyorum, gidilen günden yadigar 7 Eylül 1979 tarihli Hürriyet gazetesine genç Nazmiye ve halkına gülüp duran Demirel'e bakarak. "İtin biri bir gece koca bir taşı evlerinden içeri atıverdi. Oysa burada olmazdı böyle şeyler. Ama oldu."
"Neden?" diye sormuyoruz Lüset hanıma. Cevabını bildiğimiz soruları sormayız.
"Köpeklere eğitim veriliyormuş" diyor Galip amcam. "Hangi köpeklere?" diye sormuyoruz.
Ya sev ya terk et arabalarında gidenlere öğretmeliydik: Farklı olanı, ötekini hor görmemeyi, din, dil, kültür, mezhep farkını ayıp ve küfür saymamayı, bir sözden, bir düşünceden korkup öldürmemeyi. "Bir ailesi olduğunu bilseydim yapmazdım" diyen katillerin, devlet içinde bir Ermeni'ye ölümü hak görenlerin Kont gibi rehabilite edilmeleri mümkün ama buna zaman yok. Var mı? Amerikan Senatosu'nun kararına kadar mümkün mü bu?
Galip amcam metruk evi ziyaret ettikten sonra 30 yıl önce yaşamadığı yas duygusuna gömüldü. Acaba Osmanlı'nın yitirilen topraklarının, -Atatürk'ün açtığı Batılılaşma yolunda ve tıpkı psikiyatrist Vamık Volkan'ın analiz ettiği ruh haliyle, kaybettikleri için ağlayamayan bir toplum-, gecikmiş yasını bugün mü tutuyor? Örtüye bürünmenin nedeni psikolojideki gerilemeye mi tekabül ediyor? Öte yandan türbanlı kadınlar kamusal alandaki yerlerini neden alamasınlar? Bugün hazırlanan anayasanın, Cumhuriyet'in ilk kurulduğu yılların psikolojisine, geriye doğru salınması üzerine düşünülebilir. Her şey ders kitaplarında anlatıldığı gibi kolay olmadı öyle değil mi? Olsaydı Kaf Dağı'nda yaşıyor olurduk. Ama öyleymiş gibi aktarıldı her şey. Kostepakis'lerin evlerini terk ettikleri günden bugüne, her güne bir gazete çıktı: Demirel halkına güldü, Ecevitler el salladı, Kenan Evren bastonunu tıklata tıklata yürüdü. Kimse sormadı Kostepakis'ler evlerini niye terk etti? Bu toplum da, terk edilmiş, el sürülmeyen bir bahçenin ortasındaki ev gibi metruklaştı. Darbeler, postmodern darbeler, e-darbeler, fikre tahammülsüzlükle kuşatıldı.
"Hadi oturun oturabilirseniz kameriyede" dedi Galip amcam, bir zamanlar çok güzel ama şimdi talan olmuş bahçeye bakarak. Metruk evdeki gazeteler, el sallanılan halk, el sallayan siyasiler bunu biliyorlar mı? Ortada bazı gerçeklerle yüzleşmeye hazırlanmamış bir toplum var.
Kont peşimizden bahçe kapısına kadar gelmişti. Sahibi sokağın başından bağırıyordu: "Sev onları Kont!" İyi gösterileni, sev denileni seviyordu işte Kont. Devlet sizi küfürden saymadıkça köpekler kılınıza bile dokunamaz öyle değil mi?