''Bak Şebnem, ne güzel değil mi?" dedi Selahattin bey. Gösterdiği gerçekten büyülü bir görüntüydü. Büyükada Dilburnu'ndaki iskelelerden birisinin üzerindeydik ve uzakta ağaçların arasında yol alan faytonlar, atlar, bulunduğumuz yerden, denizin üzerinden bakıldığında çok güzel görünüyordu. Sessizce izledik. "Deniz havası iyi geldi bana" dedi Selahattin bey, elini pençe gibi göğsüne bastırıp. Sonra bir çocuk gibi ayaklarını iskeleden aşağı sallandırdı. "Ne güzel oynuyor seninkiler" dedi, ardından, "Kızlar düşkün olurlar babalarına." Konuşurken gereğinden fazla el kol hareketi yapmış olduğu kanısına varmış olmalı ki, "Ellerim alışmış meşguliyete öylece duramıyorlar gövdemin yanında, dizlerimin üstünde, kucağımda..." dedi. Başımı büyülü görüntüden tarafa çevirdim. Böylece pazar günü misafirimiz tarafından ağlamaklı hale geldiğim anlaşılmazdı.
Bu değerli adamı yaklaşık 10 yıl önce Beyoğlu'nun arka sokaklarında, küçücük bir ayakkabıcıda buldum. Vitrininde çiçekli bir ayakkabı olan, minicik bir dükkandı burası. İçeri girip o ayakkabıyı sordum. Dün gibi hatırımda; ısmarlayan müşterinin çok uzaklara gittiğini, belki gelir diye ayakkabıyı tuttuğunu söyledi. Benim için de bir tane yapabilirdi ama üç ay sonra. Nedenini sorduğumda sanatkârlığı ortaya çıkmıştı: "Elimle boyuyorum o dalları ve çiçekleri de ondan." Genişliği bir kulaç bile olmayan küçük vitrinindeki ayakkabıyı alıp izah etti: "Gülsen için yaptığımın dalında bir tek çiçek bile yoktur. Bütün çiçekleri dalından dökülmüş, kuru bir dal kuşatır ayakkabıyı. Ama ben belli belirsiz, gün gelip açacak iki tomurcuk konduruverdim ucuna. Gülsen istediği kadar dalında çiçek olmadığını düşünsün!" Selahattin bey kendisinden başka bir kişinin daha ancak sığabileceği atölye-dükkânında Beyoğlu'nun kadınları, konsomatrisleri, pavyon şarkıcıları ve dansözleri için en güzel ayakkabıları yaptı. Dünyanın kıçına bir tekme ayakkabıları, gözle görülen, topuk sesi duyulan ama yalınayak yürüyormuş gibi dolaşılan fingirdeme ayakkabıları, gel peşimden ayakkabıları, düş yakamdan ayakkabıları, kafadan geçenleri topuğunda dillendiren muhabbeti bol ayakkabıları...
Yazı masam kadar bir coğrafyada yaşarken tesadüfen kazdığım tünellerin ucu işte bazen Selahattin bey gibi koskoca dünyalara çıkar: "Neden bütün filmler, kitaplar, mahalle karıları kötü bilirler ki pavyon dünyasını? Oysa herkes gibidir buradakiler de, kimi zaman mutlu, kimi zaman mutsuz." Daha neler neler demişti Selahattin bey, kâh sipariş ettiğim ayakkabıyı almaya gittiğimde, kâh geçerken uğradığımda, kâh İstiklal'de beraberce ağır ağır yürüdüğümüzde ya da onun nezih pavyonlarından birisinde program öncesi bana da bir kadeh ısmarlamışken: "İnanmayan ve ümit etmeyen yaşıyor sayılmaz."
Tek başına yaşıyor, Belediye'nin düzenlediği Türk Sanat Müziği konserlerine gidiyor, günde iki gazeteyi ve bir paket sigarayı eksik etmiyordu: "Mahvolmamak insanın elinde olan bir şey değildir." Bir kış dükkânını 15 gün boyunca kapalı bulunca, yerini yurdunu öğrenmediğime hayıflanmıştım. "Kurtuluş son durakta bir yerde ama..." demişti hanın çay ocağını işleten. Kimsenin bilmediği evinden öksüre öksüre geri döndü. Cansın'ın tam da istediği gibi olan turkuaz taşlı ayakkabısını teslim etmiş, ayakkabıyı yaptığı derinin üzerindeki lekelere dertlenmişti ki, usulca röntgen filmlerini çıkardı: "Ciğerlerinde lekeler var diyorlar, bakıyorum bakıyorum göremiyorum."
Talihsiz hastalığına isyan etmedi: "Adem cennetten kovulduğu vakit kendine zulmedene verip veriştirmek yerine tabiatta gördüklerine ad koymaya girişmiştir. Onlara rıza göstermenin ve onları unutmanın tek yoluydu bu." Sonunda büyük sırrını açıkladı: "Bin euro biriktirdim, Almanya'ya gitmeye yeter mi?"
Bütün birikimi önce Bremen'e, sonra Münih'e gidip sevdiği kadını bulmaya yetti. "Yetti de arttı bile" diyordu döndüğünde. Güldü güldü sonunda çocuk gibi ağladı: "Keşke gidip bulmasaydım onu. Keşke onun hayaliyle bu dükkânda iki büklüm çalışıp dursaydım. Bu bana hayatımın sonuna kadar yeterdi."
Selahattin beyin âşık hali, aşk hikâyesi hakkında bu kadarını biliyorum. Bu yaz başı dükkânı temelli kapattı. "Sana sağ başparmağının altını delemeyeceğin ayakkabılar yapamadan" demişti bana, "Ustalığın sonuna geldik." Yarın bir trene binecek ve kız kardeşinin yanına gidecek. Öncesinde bizi kırmayıp ziyaretimize geldi. Bu onun son yazı. "Âşık olduğum için hayatta böyle vakit geçirdim," demişti bir keresinde: "Küçük bir dükkâna hapsettim kendimi. Ayaklarımı sürüye sürüye eve gittim. Yine de herkes gibiydim, kimi zaman mutlu, kimi zaman mutsuz."
Becerebilsem, "Selahattin bey siz dünyanın en büyük filozofusunuz" derdim. Cevabı "Ben sadece âşıktım" olurdu muhtemelen. O, dünyaya hepimizden başka bakıyor. İskelenin ucunda ayağa kalktığında dünyaya karşı durur bir hali yok. Boyun eğmiş de değil. Bunca zaman içine karışma gayreti göstermeden ama her bir günün kıymetini bilerek, sükûnetle izlemiş hayatı, o kadar.