''Siz demediniz mi, bir daha senden habersiz denize giderse gizlice takip et, denize girip açıldığında bütün üst başını al, kaç diye?" Galip amcamın bakıcısı Katerina'yı sessizce dinliyordum. Doğru, lafın gelişi öyle söylemiştim. Dediklerimi yapacağını nereden bilebilirdim.
"Bir Rus" dedi Katerina, "Söyleneni ve söylediğini yapar! Türkler gibi değil yani..." Bilmem hakaret sayılır mı, "Çeteciler!" dedi ayrıca. Müsaade edin açıklayayım: Galip amcam ısrarla Katerina'nın refakatine izin vermiyor. Bunun için korkunç hikâyeler uydurmuş. Önceki bakıcısı bir içim suymuş da, onu koluna takıp ada sahillerinde dolaştırırmış da, Katerina'nın kalbini kırmak istemezmiş ama... Galip amcamın, "Gerçekten numara, yok canım ciddi bunama..." arasında sarkaç gibi gidip gelen hallerinden dolayı rica ettim Katerina'ya: "Gizlice takip et!" Yalnız başına plaja inmemesi konusunda uyardık onu ayrıca. Dinlemedi. Ben de Katerina'ya lafın gelişi o muzip şeyi yapmasını söyledim işte. O da yapmış. Zaten ne olduysa ondan sonra olmuş. Katerina hırsız sanılarak kovalanmış. Büyükada Nizam Caddesi'ne çıkan 106 basamağın tam ortasında kıstırılmış. Tam bu sırada burnunun ucundan sular damlayan Galip amcamın akıl sarkacı bunamaya doğru salınmasın mı? Demesin mi "Hayır bakıcım makıcım değil bu kadın!" Bizimkiler karakola doğru yollanmasınlar mı? Yolun sonuna doğru bizimkisi, "Tabii canım bakıcımdı..." demesin mi?
Neyse, geldiler ve Katerina bütün öfkesini benden çıkarmaya girişti. Ağızlarına lafı tıkamanın yolunu çoktan bulmuştum: "Zavallı ben, romanımı yazmak varken kalktım adalara taşındım. Üstelik düzeninizi bozmayayım diye sizin yanınıza da değil. Her gün bir dertle düşecekseniz kapıma..." Nasıl, iyi demiş miyim?
Milat 1980
O sırada komşu geldi ve biz elbirliğiyle ailemizin delilik alametlerini gizleme çabasına girdik. Galip amcam komşunun oğluna, "Sen kuşları seslerinden tanıyabiliyor musun?" diye sordu. Katerina'da sağolsun bize çabuk adapte oldu, "Hasta bu selvi ağacı" diyerek komşuyu telaşlandırdı, terk ettiği üniversitelere Moskova Ziraat'i de ekledi, bülbül yuvası yaşlı selvi ağacına doğru ölüm döşeğindeki bir hastaya yaklaşır gibi ağır ağır yürüdü. Ben de "Şu plaj havlularını yıkayayım bari" dedim ve evin arkasındaki çamaşırhanenin yolunu tuttum. Yazının başlaması gereken yer aslında burasıydı: Çamaşırhane.
Bu evin bir çamaşırhanesi var. İçi oyuk bir mutfak tezgahı ve zamanın ilk otomatik çamaşır makinası, bir de şofben. Sakız gibi çamaşırlar yıkayacak, eli işe yakışan bir ev kadınından yoksun çamaşırhane bundan ibaret işte. Bu ince ince düşünülmüş güzel ada evi 1940'da yapılmış. Önüne kondurulan ve hayatını karartan ada apartmanı da 1980'de. O yıla kadar yapılmış ada evlerinde dikkat ettim şuna özen gösterilmiş: "Önüne dikildiğim evin manzarasını kapamayayım, hey komşu böyle iyi mi?" 1980 bir milat tabii ki. Başkasını yok saymanın, hak hukuk tanımaz olmanın miladı. Çatı üstünden Dilburnu manzarasını kendilerine çok gören komşularına küsen ev sahipleri de fazla kalmayıp terk etmişler adayı. Burnundan soluyan milliyetçilerin "Ya sev ya terk et" dedikleri şey bu olsa gerek.
Bir ülkenin kirli çamaşırları nasıl yıkanır?
Savrula savrula vardığımız yerin demokrasi olmadığını görmekteyiz. Önümüzdeki karanın AB olduğunu sanıyorduk ama gemi su almaya başladı, dibi boylayabiliriz.
Türkseniz iftihar ediniz
Ben istemez miyim huzur içinde çamaşır çitilemek loş çamaşırhanemde? Peki nedir bu memleketi demokrasi yolundan sürekli saptıran, yazarını çizerini endişeye sevk eden, topumuzu ulusalcılığın, milliyetçiliğin daha bir sürü beter şeyin çıktın mı inilmez doruklarına süren?
Kitleleri ardından sürükleyen siyasi liderleri gözden geçirerek bu sorunun cevabını bulabilir miyiz? Deneyelim. Sonunda iktidar olup aldıkları kararlar neticesinde toplumu evirip çeviren onlar. Sözgelimi Alparslan Türkeş hayata CHP Genel Başkanı olarak gözlerini yumabilir miydi? Mümkün. Kendisinin ağzından meseleyi nakledelim: "İsmet Paşa bana 27 Mayıs'tan sonra siyasete girmeyi teklif etti. CHP'ye davet etti. Metin Toker, Genel Sekreter İsmail Rüştü Aksal, Ecevit, Nüvit Yetkin gelip benimle görüşürlerdi." (Liderler Hapishanesi-Oral Çalışlar)
İleride "Türkseniz iftihar ediniz, değilseniz itaat bekleriz" desturuyla hareket eden miliyetçilerin Başbuğ'unun aklı o yıllarda CHP işine yatmış. Onun için CHP'nin MHP'den tek farkı lideri olması durumunda daha fazla itimat edeceği partilileri olurdu hiç kuşkusuz. Çünkü Türkeş'in hadis gibi aktarılan "Emirlere mutlak itaat, ağırbaşlı olmak, cıvık olmamak, çelik sinirli olmak, sır saklamak, haddini bilmek" talimatlarına bakıldığında onun örgüt tabanındaki insan malzemesiyle ilgili güvensizlikler yaşadığı görülür. (Devlet Ocak Dergah, Tanıl Bora/Kemal Can)
1960 ihtilali sonrasındaki icraatları sonucu Türkeş'e "Solcu, Marksist" yakıştırması yapılır. Çünkü kendisi DPT'nin kuruluş kararnamesinin altına imza atmıştır. Ona bu yakıştırmayı yapanların 90'larda "Ne mozaiği ulan!" diye gürleyen Türkeş'i görmeleri gerekirdi. Bugünün CHP'si ve Deniz Baykal'ı bu konu paralelinde ayrıca düşünülebilir. Evet, düşündüm. Bütün dünyaya şöyle haykırmak geçiyor içimden: Hiç kimse bizi uzaktan bakarak anlayamaz!
Yine dış mihraklar
Ülkenin kaderi de liderlerinin fikri ve zikri gibi savrulup durmuş. Tek partiye karşı sonsuz demokrasi arzusuyla yola çıkan DP'nin vardığı noktanın sıkı bir faşizim olması gibi. Masal gibi, kimse bu ülkede demokrasiyi temellendirememiş. Ömrünü memleketimizin siyasetine adamış Süleyman Demirel 16 Mayıs 1995'de Cumhuriyet gazetesinde şunları söylemiş: "Bakın, Türkiye'nin parçalanma korkusu yoksa, neden ülkenin bölünmez bütünlüğü üzerine yemin ediyoruz ? (...) Demek ki Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü tehdit eden birtakım tarihi şartlar olagelmiş. Zaten büyük bir imparatorluk dağıtmış Türkiye; Osmanlı Devleti bölünmüş. 25 tane devlet çıkmış orta yere, iki tanesi çıkamamış. Bir tanesi Kürt devleti, bir tanesi Ermeni devleti."
Peki Süleyman Demirel'in aktif siyaset yaptığı yıllarda kendisinin sorun olarak dillendirdiği şeyler üzerine rahatça konuşulabilmiş mi? Artık iş daha ciddi: 1980, bir kuşak yetiştirdi. Darbenin ertesi kara önlüğünü giyip okulun yolunu tutanlar arasında ben de varım. Kimimiz çeteleştik, kimimiz bu yazıyı sadece "yazar bize nasıl çamaşır yıkadığını anlatmış" diye yorumlayacak algıda insanlar olduk. En milliyetçi, en ulusalcı, en antidemokratik, en dünyevi, en maneviyatsız, en maddiyatçı, en küstah olanlarla dolu bir kuşak. Bu kuşakla ve üçüncü dünya siyaseti yapmak için diretenlerle sonunda demokrasi yerine bir "derin devlete" sahip olduk. Oysa "derin" olmak kolaydır: Kendimizi kusurlarımızın içinde boğulmaya bırakalım yeter.