Kadının 5 Yüzü - 27/05/2006

Anne...
"Adım Olga. Ama kocam her sabah yeni bir isimle vaftiz ediyor beni: Arnavutluk'tan göç ettiğimiz İstanbul'un iki yakasını bir araya getiren bir köprü yapmayı becermiş gibi bir edayla; 'Bundan sonra Emine ol.' Rusya'dan dadılık yapmak için geldiğim Arnavutluk'ta buldum kocamı. Çalıştığım evin sahibinin kardeşiydi. O yıllarda, 1900'lerin başında, herkes bir yerden bir yere gidiyordu. İstanbul'a göç ettik biz de. Büyük oğlum Rıza burada doğdu. Hem de ne doğmak! Ortadan ikiye ayrıldığımı sandım. Yedi çocuğum oldu ve her zaman Olga olarak kaldım. Yedi çocuğum ve yedi hayatım. Okuma yazmayı yedi kere yeni baştan öğrendim. Yedi kere kızamık, yedi kere kızılcık, yedi kere su çiçeği oldum. Yedi kere âşık oldum yataklara düştüm. Hayatım boyunca kederlenmeme, sevinmeme, gururlanmama, utanmama ve endişe etmeme neden olacak şeyleri içimden söküp çıkardığım çocuklarıma borçlu oldum."

Eş...
"Bir atın tepesinde, şükür ırzıma geçilmeden İstanbul'a kadar getirildim. Bulgaristan'dan buraya kadarki yolculukta yüzüme kan oturmuş, gözlerim pörtlemişti. Saraylılar baktılar, baktılar, baktılar. Kız torunlarıma miras kalsın inşallah diye dualar ettiğim güzel uzuvlarıma rağmen beni Topkapı'nın ambarlarında bırakıp, hareme almayıp gittiler. Derken birisi eczacı kalfasını getirdi. 'Hastalığı bulaşıcı olmasın?' Sarayda çalışan o kimsesiz eczacı kalfasıyla evlendim. Elim ayağım tutmaya başlayıp da doğrulunca 'Eve gelince ne yiyecek bu adam?' dedim. Odanın içinde durdum, düşündüm. Ne yemek pişireceğimi değil de kocamı sevdiğimi, ne mutlu dünyada birisine eş olduğumu, yer yarılsa yerin dibine girsek birbirimizi bulmaya çalışacağımızı, artık birlikte yaşayacağımızı... Bahçeden koca koca güller kopardım, bir tas suyun içine doğradım. Kocam bana kocadır, dedim. Başkaları için hatırı sayılır bir komşu, iyi bir dost, çalışkan bir ortak. Sakın dedim kendi kendime, evlilik dertlerini, kocanın ayıplarını kimseye anlatma. Anlamazlar. Pire için yorgan yakma, pireli yorganla da yatma. Kocam gözlerimin içine baka baka kaşıkladı sade suya tirit gül yapraklarını. Evlilikte niyettir her şeyi güzelleştiren ve zordur aynı ipin cambazı olmak. Benim eş olmakla ilgili bu hislerim umut ederim ki yüzyıllar boyunca kız torunlarımın kalplerine nakşolmuş olsun."

Kurt...
"Yazlığa Kireçburnu'na çıkmıştık. 1962 Haziran. Kızımı yeni doğurmuştum. Bir kayınvalide, iki görümceyle oturuyordum. Komşu bizde, kahve içiyorduk. Kulağım bebeğin sesindeydi. Bir an ayışığı altında şıkır şıkır yanan denizi gördüm. Bakmasını bilmez olmuştum, dağa, taşa, kuşa. 'İçini kuruttu o cadılar senin' diyordu annem. İskarpinlerimi bir giyip bir çıkarıyordum anneciğimin evinde; 'Anne izin ver burada kalayım.' Vaziyet böyleydi işte. Komşu tam falımı açmış: 'Ay iki gözüm, düşmanın var' deyivermişti. Ben de söylemiş bulundum: 'Oysa kadınlar birbirine el vermeli, erkekler zorlaştırırken hayatı.' Benimkiler müstehzi gülmüştü. Komşu gitti. Bebek ağladı. Emzirmeye oturdum. İşte tam o anda, balkonda, sandalyelerden birisi bir baştan bir başa tıkır tıkır yürüdü. Aklımı kaçırmam ve on yıl boyunca hastane hastane sürünmem o ana tekabül eder. Cadıların ikisi ölüp de birisi hayatta kaldığında itiraf etmişti: 'O gece sandalyenin bacaklarına misinalar bağlayıp paytak paytak yürüten bizdik.' 'Hatırladım' dedim 'o gece falda da çıkmıştı, kadın kadının kurdudur' diye.

Kız çocuğu...
"Okula gönderildiğim için mutluyum. Sizlerden çok uzakta yaşıyorum. Benim açılan, savrulan eteklerim olmadı. Kimse de bana 'Ört eteklerini' demedi. Daha başka şeyler söylediler. Bir süpürge gibi kapı arkasında durmamı, sofraya erkeklerden sonra oturmamı. Bu köyden okula giden tek kız benim. Okul uzak. Arabaya binmem şart. Ama hangi arabaya? Bunun için yola inerim her sabah. Tanımadığım bir araba durur, binerim. Bilmediğim bir insanla kısa bir yolculuğa çıkarım. Arabanın içine önce şöyle bir bakarım. Bunlardan bana bir kötülük gelir mi? Dünya kalp olur güp güp atar. Bir kız çocuğu neden böyle korkarak okula gider?"

Sevgili...
"Sabah evi topluyorum. Kabak çekirdeği kabukları, çay bardakları, puding bulaşığı tabaklar. Televizyon sabah haberlerini veriyor. Sırtım televizyona dönük. Toplamanın sonu yok. İplik iplik dağılmış ev. "Konuya ilişkin görüşleri yabancı bir diplomattan...Günaydın Bay..." Dönüp televizyona bakamıyorum. Burnum tuzlu su çekmiş gibi sızlıyor. Koskoca bir aşkın ardından iki talihsiz karşılaşma: Bir: Kalabalık bir havaalanında, çek çek bavulları peşi sıra sürüklerken, ikimiz de başkalarının eşi olmuş, göz ucuyla birbirimize bakıp görmezlikten gelerek. İki: Şimdi, televizyon ekranında. 'Başını çevirip yüzüme bakamayacak kadar, ne yaptım ben ona?' Böyle söylemiş ortak dostumuza, hâlâ haberlerimi aldığı İstanbul'daki arkadaşına, postacımıza. Diyemedim, "Çünkü hâlâ seviyorum onu."