Halkın Arasında-1 - 02/10/2005

"Bu lüferler AB'ye girer!"
Karaköy'e indim. Balık aldım. Palamut. Epey ucuzlamış. Dalmış, balıklara bakakalmışken bir kadın daha geldi. "Taze mi?" diye sordu. "Taze" dedi balıkçı. Kadın dudak büktü. "Görmüyor musunuz gül gibi açmış kanatlarını..." dedi balıkçı. Gür sesiyle slogan atar gibi söyledi bunu. Anasının eteğine yapışmış çocuk, "Kanatları değil, solungaçları" diye düzeltti. "Sen bilmiyorsun bunlar Boğaz'ı uçarak geçiyor..." dedi balıkçı yine slogan atar gibi. Epey gürdü sesi. Ana oğul gittiler.
Bir an kadının balıktan anladığını, bana takma solungaçlı ya da kanatlı palamutların kakalandığını düşündüm. Benim açımdan da taze balık yemenin hassasiyetine vurgu yapmak için, "Çocuk yiyecek ha!" dedim. "Afiyet olsun" dedi balıkçı. Telefon numaralarının yazılı olduğu kartviziti uzatırken, "Çok yesin ama çabuk büyümesin" dedi. "Benimki üniversiteyi bitirdi ama işsiz. Depresyonda." Sonra aklına yeni bir slogan daha geldi. Yaratıcılığına hayran oldum: "Balık depresyondan çıkarır." Aynı vurguyla bağırarak bunu halka duyurdu. Kartviziti elime almışken, "Arayın" dedi. "Zehirlenirsek mi?" dedim. Ayıp ettin der gibi gülümsedi. Başka bir müşteri geldi lüferleri sordu, almaya karar verdi.
"Bu lüferler AB'ye girer!" diye gürledi balıkçı. Neden bilmem, Vehbi Koç'un bir dönem bakkallık yaptığını anımsadım. "Biz girelim de hele" dedi müşteri bana dönüp göz kırparak. Ayaküstü tanımadığı kadına göz kırpmasından da anlamış olacağınız üzere yaşlı ve sevimli bir adamdı. "Avrupa'ya önce bu denizleri, bu lüferleri almalılar!" dedi bizim şahane balıkçı. "Sus valla dava açarlar sana" dedi sevimli müşteri. Temizlenmiş, takoz takoz doğranmış palamutlarımı, paramın üstünü almıştım, ama balıkçının gösterisini izlemekten kendimi alamıyor, oradan ayrılamıyordum. Roka demetlerini, maydanozları yerleştirmeye koyuldum ağırdan. "Avrupa hak-hukuk diyecek, birileri de gak guk edecek" dedi lüferlerinin fazla hırpalanmamasını rica eden müşteri. "Usulü biliyorsunuz" dedi balıkçı. Lüferlere istinaden söylemişti bunu. Ama müşteri üzerine alındı. "Emekli hukukçuyum" dedi. "Avrupa Birliği'ne girmemiz şart. Yoksa bu denizlerde balık bırakmazsınız siz" diye de ekledi. "Balık en basit örnek pek tabii" dedi bana dönerek. Muhabbetin devamı gelmeyince AB'ye girmesi muhtemel lüferlerin yanından ayrıldım.
Niyetim metroyla Tünel'e çıkıp eve kadar yürümekti. Karaköy meydanını aşarken İstanbul'da meydanların çok yorucu düzenlendiğini düşündüm. Sonra acıktığımı düşündüm. Simit almak istedim ama çocukken elimizde yiyeceklerle yollarda yürümek ayıptır, bayağılıktır, "açııım, açııım" diye bağırsan daha iyidir türünden garip bir terbiyeden geçtiğimiz için vazgeçtim. Sonra önümsıra bu semtin yabancısı iğne topuklar gördüm. 'Bayan İğne Topuklar'ın kol çantasının koyu kahvesinden bende de vardı. Halam taklitçiden almıştı. Öyle ki kendisi bu taklit çantayla Fransız gümrüğünden geçmeyi başarmıştı. Benim de ne bu hikâye ne de çanta umrumda olmamıştı. Neyse, önümsıra giden kadın pat diye dönüverdi, "Ay biz karşıya nasıl geçeceğiz?" dedi. Şaşkınlıktan hemen cevap veremedim. Zira kadın yanındaki arkadaşıyla birlikte simit yiyiyordu ve dudağının üstündeki susam parçasını bir illüzyonist gibi yok edivermişti. Tarabya'dan geliyor, Kapalıçarşı'ya gidiyorlardı. Taksi şöförüyle kavga etmiş burada inmişlerdi. Kadının cep telefonu çaldı. Kulak kesildim: Kapalıçarşı'daki taklitçi, Longchamp'in geçen yılki Tracy Emin imzalı yazılı çantalarından küçük bir parti daha üretmişti. Üniversiteli kızını taklit bir çantayla sevindirecek olmaktan dolayı mutluydu. "Koş koş" diyordu telefondakine, "Gel, gel! Sen de al! Gelemezsen ben alayım seninkine. Ama bizimkiler aynı bölümde. Yok benimkisi ekonomide değil. Nereden çıkarıyorsun, uluslararası ilişkilerde..." Bu arada Bayan İğne Topuklular, Karaköy'ün yeraltı dehlizlerinde kaybolmamak için peşimsıra geliyorlardı. Telefon konuşmasını bu kadar iyi duyabilmemin sebebi buydu. Telefonu kapatınca yanındakine dönüp, "Kalbini kırdım ama" dedi. Vicdanının sesini çabucak keserek ekledi: "Olacak şey mi canım? Aynı üniversitenin uluslararası ilişkiler bölümündeki iki genç kızın aynı taklit çantayı kullanması..." İki kadının ağızlarından çıkacak "cık cık cık" sesi topuklarından çıktı.
"Taklitçiler ve kullanıcılar cezalandırılacaklar" dedim. "AB süreci başlar başlamaz". Bunu söylemem inandırıcı oldu. AB'yi yani. Halk arasında AB herşeye inandırıcılık katıyor. Kadınlar kendi aralarında bunu tartıştılar: Zaten yerüstündeki dükkân yerin dibine girmiş, randevusuz müşteri kabul edilmez olmuştu. "Sanki akla ziyan bir şey alıyormuş gibi" dedi diğeri. "Polis bile bekliyor olabilir" dedim kadınlarla hayatım boyunca karşılaşmayacağımızı varsayıp saçmalamakta ve zırvalamakta beis görmeden. Üstüne üstlük kadınlara kendi irademle yanlış çıkışı gösterdim.
Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin bugünlerde kafa yorması gereken önemli bir mevzuuyu Karaköy-Tünel metrosunda yaşlı bir çift tartışıyordu. Mevzuu şuydu: Devlet vaktiyle azınlık mallarına el koymuştu. Koymakla kalmayıp bunları satmış, kiralamış ne istiyorsa yapmıştı. Durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitmişti. Dışişleri uzlaşmaktan yanaydı ama Vakıflar Genel Müdürlüğü ayak sürüyordu. Belli ki yaşlı çiftin bir yakını devlete güvenip böyle bir gayrimenkule yatırım yapmıştı. Şimdi ne olacaktı? AİHM kararı bir ay sonra açıklayacaktı. Muhtemelen azınlık malları iade edilecekti. Ben halkın düşünce ve hislerini aktarıyorum. Ciddi bir yazar tarafından ele alınması gereken bir konu esasında. Kadın, "Varını yoğunu harcadı" dedi. "Muslukları bile değiştirdi". Adam soğukkanlıydı: "Devletin adının geçtiği yerde bir usülsüzlük olabileceğini nereden bilsin" dedi. Benimle gözgöze gelmese daha başka şeyler de söyleyecekti ama vazgeçti. Bizi Avrupa'ya istemeyen Fransızlar gibi "İkinin üçü vardır" deyip tekrar AB hayaleti olabilir, "AB süreci zartı zurtu olmasa Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün yaptığı yanına kâr kalır, hak hukuk işlemezdi" diyebilirdim ama bu kadarı fazla olurdu. Ayrıca adam elimdeki torbadan baş vermiş yeşillik demetini görünce benim maydonozları birkaç kere sudan geçirmekte ısrarlı masum bir ev kadını olduğuma kanaat getirip devam etti: "Evet oğlumuz mağdur oldu ama işin evveliyatını da düşünmek lazım. Bizden daha mağdurları var, varmış" dedi. Ama aldığı cevap, "Başkalarını düşünemem efendim" oldu.
"Artık düşüneceksiniz" dedim. Böyle zamanlarda bir yanım, "Roman yazmıyorsun, hayattasın, yaşıyorsun, kafana çantayı yersen ne yapacaksın?" der. Ama o yanım hep geç kalır. Neyse hanımefendi bu münasebetsiz çıkışıma o kadar şaşırdı ki sustu. Avrupa'nın ilk metrosundan indiğimizde AB sürecinin halkın, toplumun tıpkı bir puzzle gibi eksilmiş parçalarını tamamlayabileceğini düşündüm. Bana kalırsa eksik parçalar şunlar: Başkalarının haklarına saygılı olmak, sorumluluk, hak, hukuk, adalet duygusu, bir toplum içinde yaşadığını unutmamak, eğitim, bilinç, şuur, hafıza, medya ahlâkı, toplum ahlâkı, iş ahlâkı, vicdan, kendini başkalarının yerine koyma, haber bültenlerinde cıvımamak, gazetelerde yorumsuz haber okumak, magazinin magazin, haberin haber olması, ikisinin karışmaması, popüler kültür vanasını zehirlenecek kadar açmamak, diğerlerini ötekileri, başkalarını da sevmek, herkesin bir annesi, seveni olduğunu düşünmek, farklı olanı aşağılamamak, tarihi doğru bilmek, iyi mantık yürütmek, sözünde durmak, okumak ama edebiyat da okumak.
Tıpkı benim beş tane parası ödeyip aldığım palamut parçalarından üç buçuk palamutu zar zor çıkarmam gibi toplumsal puzzle'ın da neredeyse bütün parçaları eksik. Avrupa düşüncesi kafamıza yerleştiğinde satın aldığımız balıklar eksiksiz, güven telkin eden kartvizitlerin üzerindeki numaralar kullanılır olacak, devlet vatandaşına kusur etmeyecek, uluslararası ilişkiler öğrencisi taklit çanta arzusunun içine kendisini damardan öğrenci yapacak fikirleri de koyacak.
Evet bana kalırsa da lüferler AB'ye girer. Çünkü onlar bütün.