İlk Aziz Nesin kitabımı okuduğumda şunu düşünmüştüm: Şu üzerine uzanıp kitap okuduğum divanda az önce derman bulmaz acılarla kıvranıyordum, şimdi ne güzel avundum. Ergenliğin zorlu yollarında yürüyordum ve bilirsiniz işte azaptaydım. Beni avutan kitaplar vardı ve mütevazi kitaplığım gözüme bir ecza dolabı gibi görünüyordu. En güçlü ağrı kesici Aziz Nesin'di.
Peki Aziz Nesin'i nasıl keşfetmiştim? Hatırladım: Fil Hamdi, annemin menopoz sıkıntısından mustarip sevgili arkadaşı Sevim teyzenin elinde yelpaze olmuştu. Evlere, odalara sığmayan Sevim teyze, "Bu kitap açtı beni" diyordu. Ona da Almanya'da tıp tahsil eden kızı tarafından tavsiye edilmişti. Sonra yazlığın plajında babasının meşrubat tezgâhında duran Tayfun ağabey okuyordu Aziz Nesin'i. Zübük'dü onun okuduğu. Ayakta, içinde meşrubatların sıralandığı dolabın üzerine eğilerek okuyordu kitabını. Yaptığı su kayağıyla plajdakilerin aklını başından alan Robertli Aysun abla ODTÜ'lü Şevket'e yanaşmış, Boğaziçi'ne birincilikle giren Tayfun ağabeyi karaya oturtmuştu.
Bize dünyayı unutturdu
O yaz hepimiz Aziz Nesin ile teselli bulduk. Yazdıklarındaki gibi giriyordu hayatlarımıza. Allah rızası için bir kitap okuması tavsiye edilen kuzenime, vapura Heybeli'den binen pamuk helvacı Yusuf'un bile kitap okuduğu söyleniyordu. Evet, pamuk helvacı Yusuf, Aziz Nesin hayranıydı. Aziz Nesin muhtemelen onun hayatta bildiği ve okuduğu tek yazardı, benim ise bildiğim ve okuduğum pek çok yazardan birisi. Ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu; hepimiz Aziz Nesin'i seviyorduk.
Peki ateş basmasından yakınan menopozlu Sevim teyze, ergenlikteki Şebnem, aşk derdine düşmüş Boğaziçili Tayfun, çalışkan pamuk helvacı Yusuf; biz hepimiz Aziz Nesin'i neden sevdik? Adam bizi avuttu yahu! Kitapları elimize yapıştı. Bize dünyayı unutturdu.
Bir yazarın ve kitabın gücü işte budur. Aziz Nesin bu güç ile Anna Karenina'yı okurken kalbinin duracağını sanan genç bir okuyucu üzerinde aynı etkiyi yaratabiliyor. Tolstoy ile aynı güçte bir ağrı kesici, yatıştırıcı. Elbette sıkı bir edebiyat okuru, edebiyat kuramcısı olarak baktığınızda çok başka raflarda duruyorlar. Ama sıradan bir okura göre bir roman için son ölçü ona karşı duyduğumuz sevgidir. Tıpkı dostluklarımızın ve tanımlayamadığımız şeylerin ölçüsünün sevgi olması gibi. Bunu da ben söylemiyorum, Roman Sanatı'nda E. M. Forster söylüyor.
Ergenliğin fırtınalı sularında bir divana uzanmış Aziz Nesin okurken, günler günleri kovaladı, ben de yazar oldum. Otellerde meslek hanesine 'yazar' yazıyor, sorulduğunda "yazarım" diyorum. Geçtiğimiz günlerde Aziz Nesin külliyatını tekrar gözden geçirdim, okudum. Değişen bir şey yoktu. Ben de yine aynı emareleri yarattı: Kendini okuduğuna kaptırma, inandırıcı kahramanlar, zekice diyaloglar, ince bir mizah, sürükleyici bir anlatım, meddah geleneğinin anlatım olanaklarını edebiyatta kullanma, en sıradan olayları bile hikâye edebilme gücü.
Bazı yazarlar karşısında kendimi yazar yazar hissettiğim olur; burada çuvallamış, burada açıklama yapma ihtiyacı duymuş, burada kendisi bile ikna olmamış, burada dağılmış. Gelin yemeği tadan mutfak kraliçesi bir kayınvalide gibi; "Beceriksiz, çorbanın terbiyesini topaklamış." Diyeceğim o ki, Aziz Nesin karşısında hepiniz gibiyim. Üstelik bir romancı olarak sevdiğim yazarların kitaplarını bir kimya ve fizik laboratuvarı gibi görmeye çalışırım. Niyetim bazı formülleri aşırıp geliştirmektir. Aziz Nesin laboratuvarını size gezdirir, hatta formül defterini açar gösterir. Ondan aldıklarınızın, kaptıklarınızın üzerine daha fazlasını ekleyemezsiniz. İroni ve mizahı ancak ondan öğrenebilirsiniz.
Bazı yazarlar kırılmaz, saygıda kusur edilmez aile büyükleri gibidirler. Yazdıklarına takılacak kulpları bulsanız bile metnin bütünü, içindeki buluşlar, denemeler öyle güzeldir ve siz okuduklarınızı o kadar çok seversiniz ki bulduğunuz kusurlar cebinizde, olmadı, kursağınızda kalır. Tolstoy'dan örnek verecek olursam, Prens Andrey'in madalyonu romanın başında gümüş iken sonra ansızın başka bir şeyden oluverir. Yazarın bu unutkanlığının ne önemi vardır. Bize, Prens Andrey'e ağır yaralı sonsuz gökyüzü altında yatarken düşündürdükleri yeter. Bu örnekten hareketle, Aziz Nesin eserleri karşısında boynum kıldan ince. Öyle ki bazı şeyleri üslubunca söylemek bile gelmiyor içimden.
Yazmak için yaratılmış
Mutabık kaldıysak Aziz Nesin'i koşulsuz sevmemizin nedenleri ve elbette onun ölümsüz tipleri üzerine bir şeyler söylemek istiyorum: Bilinen en önemli şey, Aziz Nesin'in bize bizi anlattığıdır. İyi ama insan kendisine benzeyen, çevresinde varolan tipleri niye okuyup sever? Ayrıca bir yazar bu tipleri ve hikâyeleri zaten yaşayan, tanığı olan okuyucuya neresinden tutup sunar da kabul görür? Bu iki soruya da çok naif ve alakasız bir cevap vereceğim; Aziz Nesin yazmak için yaratılmıştı. Bana kalırsa doğaüstü bir yazma yeteneği vardı. Sosyal bir insandı, insanlarla ve toplumla işi hiç bitmiyordu. Bu iki kimyayı birleştirince ortaya yaşadığı toplumu kuş bakışı görmeyi beceren ve herkes için yazan bir yazar ortaya çıkıyor. Herkes için derken çuvalladığımın farkındayım, açıklayayım; Aziz Nesin yazma yeteneğini damardan edebiyat için disipline edebilirdi. İçinden Savaş ve Barış'ı, Suç ve Ceza'yı, Ada ya da Arzu'yu, Madam Bovary'i çıkarabilirdi. O güçte bir büyücüydü. Ancak o hayata bağlı, insanların içinde olmayı seven bir yazar olarak doğuştan elinde olan bir yetenekle yazdı. Başka bir misyonu vardı bana kalırsa; bir memleket resmi çizmek. Bu sebeble önümüze bize benzeyen tipleri çıkarıyordu. Yolumuzu, adımımızı atmak istemediğimiz devlet dairelerine düşürüyordu. Biçare kahramanlarını, Mısır'daki tuhaf bir mirasın, güvercin gübresi mirasının peşine koşturuyordu. Toros Canavarı'nı, Fil Hamdi'yi, Tatlı Betüş'ü, Yaşar Yaşamaz'ı, şu hastalığımıza bir çare bulalım, kendimizle hesaplaşalım diye yazdı. Bakın bunu boşuna söylemiyorum; vaktiyle nüfusum koca nüfusuna gönderildiği vakit ortalarda kayboluvermiştim. Nüfus idaresi evim olmuş, yenilenecek bir kimlik yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. Sonunda, "Yeter be!" dedi nüfus müdürü, "Aziz Nesin hikâyesine döndü bu iş!" Lafı ağzımdan almıştı vallahi; "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ettiler hanfendiyi!" Belli ki müdür bey vaktiyle Aziz Nesin okumuştu, okumadıysa biliyordu, o bildiği bir meseleyi çözmekte, el koymakta işe yaramıştı.
Aziz Nesin inandırıcı tipler yarattı. Bir yazar olarak tehlikeli deneyler yapıp, 'Bu kadar da olmaz' diyebileceğimiz türden absürdlükler yaratmaya koyulduğu anda işte bu zekice çizilmiş tipler bizi ikna ettiler. Daha da önemlisi akılda kaldılar. Halk arasına karıştılar, 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz' gibi deyimleştiler, 'Tatlı Betüş' diye yakıştırıldılar. İş kimi zaman, 'Toros Canavarı'na döndü, kimi zaman mesele 'Fil Hamdi' oldu, ağzımızı açık bırakan veletler 'Şimdiki Çocuklar Harika' diye tanımlandı.
Bana kalırsa Aziz Nesin'in bir diğer başarısı da döneminin çok ilerisinde eserler vermesidir. Sözgelimi benim pek sevdiğim Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'ın radyo oyunu olarak duyulduğu yıl 1958. O dönem için ne parlak bir eser. Kaldı ki bu dönem için de böyle çünkü, romanın anlatmayı çok seven ve koğuşlar arasında paylaşılamayan kahramanını kaç kuşak tanıdı. İşin en güzel yanı da bu değil mi zaten, bütün arkadaşlarınızla Aziz Nesin'in kitapları hakkında hararetle, mutabık kalarak, neşeyle konuşur, onun yaptığı şakaları birbirinize hatırlatırsınız. Yüzünüzü ekşitmezsiniz. Çünkü Aziz Nesin'i seversiniz. O, hepimiz için neşeli çocukluk ve gençlik günlerinin hatırasıdır. Çocukluk ve gençlikte yüklü bir doz alınması şart olan Aziz Nesin'in -yanıldığımı sanmıyorum, hâlâ okutulmadığını düşündüğüm- ortaokul ve lise kitaplarında olmaması onun eserlerindeki absürdlüklere benzer. Bu kadar çok sevildiği ülkesinde yakılmak, düşündüklerini korkusuzca söyleme cesaretinden dolayı linç edilmek istenilmesindeki mantık, onun bizim için yazdıklarındaki gibi işler. Herkesin okuduklarıyla kayıtsız şartsız sevdiği bir yazarın başına da 'Memleket'in Birinde' ancak bunlar gelebilir.
Korelilere de Aziz Nesin
Kader, neredeyse çocuk sayılacak bir yaştayken okuduğum Aziz Nesin'le yollarımızı Kore'de birleştirdi. İstanbul'a gelen Koreli yayıncı Sarmaşık'ın ironisiyle Aziz Nesin arasında bir paralellik kurarak beni onurlandırdı. Kore'de kitapların en azından çevirmenin önsözüyle yayımlanmasından hareketle benden Aziz Nesin kitapları için bir önsöz istenildi. Ben de bu değerli yazarımızı çok seven ve sizden çok okuyan Korelilere, Aziz Nesin'i anlattım. Elbette niyetim Radikal Kitap okuru olup edebiyatla, kitaplarla bir gönül bağınız olduğu belli sizlerin kulağını çekmek değil. Artık menopoz sıkısıntısından mustarip Sevim teyzeler televizyon terörüne kurban gidiyor, aşk acısı çeken Tayfun ağabeylere ortaokul kompozisyonlarını bir kitapta toplamışlar tavsiye ediliyor, okuyucu, hilkat garibesi öykü kitaplarına, kitap bile denmez şeylere doğru güdülüyor. Merak ediyorum medyanın bu edebi cehaletinin sonu nereye varacak?
Neyse, halkı okutmak isteyenler, 'Halk okuyor ama ne okuyor?' diye sormayanlar, 'Ben de yazdım' diyenler kendilerini yormasın. Burada yazılmışı var: Aziz Nesin kitapları var! Hayatını yazarak kazanan ve kitaplarından kazandığı paraları pek çok çocuğun yetiştirilmesi ve okutulması için kurduğu vakfa aktaran bir yazarın eserleri var!
Koskoca bir yazarı dilim döndüğünce anlatırken sonunda bir çığırtkana dönüştüm. Zaman değişti, hiçbir şey üslubunca yapılamaz oldu. Ben de bağıra bağıra anlatmak zorunda kaldım. Bunu biraz da bilerek yaptım. Kendimi sonunda zıvanadan çıkan bir Aziz Nesin kahramanına benzetebilmek için.