Heidegger'i, Büyülü Dağ'daki Hassan Sabbah'a benzeten Sartre, 1952'de Almanya'ya yaptığı ziyarette söylemiş bunu: "Sonlarına doğru şapkasına konuşuyordum; bir keçi avcısı şapkasına." Aynı Sartre, Heidegger'i tümden ters anlamış olduğunu 1961'de, Ecole Normale'de kabul etti ya, neyse... Bizim şapkasına konuştuğumuz adamlar, Bush ve Blair. Bugün Irak'ta yok edilen toplumun yanında olan savaş karşıtlarının yarın bir gün bu iki adamı tümden ters anlamış olduklarını düşüneceklerini sanmam.
Bir mantık kırılması yaşıyoruz. Kaldı ki bunun analizini işgal kuvvetlerinin beyin takımından Condeleeza Rice'da yapabilir. Zira kendisinin ciddi bir felsefe birikimi var. Aynı şekilde geçtiğimiz günlerde benimsediği felsefi ekolün ipuçlarını veren, Irak'ta yabancılıkla ilgili ilginç değerlendirmelerde bulunan Wolfowitz'in de. Ancak yazının başında adını zikrettiğimiz Heidegger savaş sonrası suskunluğunu bozarak yaptığı açıklamalarda barbarlık ve gaddarlık üzerine zikrettiği bildik yorumlara ek olarak, mekanize tarımcılığın gaz odalarında ölü üretmekle aynı şey, Almanların Baltık devletlerinden kovulmalarıyla Yahudi Soykırımının aslında fenomenal düzeyde birbirine eşit olduğunu söylemişti. Bu sebeble Rice ve Wolfowitz'in derin felsefe bilgisiyle donanmış entellektüelliklerinin siyasi kimliklerinin gerisinde kalması anlaşılır bir şey. Nihayetinde boğazına kraker kaçan ve can havliyle kendini yerden yere atan bir fani olan Bush'un da onlardan felsefi yaklaşımlar beklediğini düşünemeyiz. Kaldı ki Ulusal Güvenlik Danışmanı Rice'dan bu savaşın felsefesini yapması istenilse bile tezini 11 Eylül'e dayandırıp,
"İnançlarımızı yıktınız," diye söze başlayacağından, Bush ve Blair'in mantıksız ve talihsiz açıklamalarını asla eleştirmeyeceğinden emin olabilirsiniz.
Bilindiği üzere Clinton döneminde başkan adayı olarak yedek kulübesinde bekleyen Bush'un, "dünyanın jandarması olmamak ve sınırlarına çekilmek" gibi daha başka dış politika planları vardı. Tabii Bush'un 'güç tanımı' ile barış taraftarlarının 'güç ve egemen devlet' tanımı arasında farklılık olacaktı ama fırsat bu fırsat, Bush ve ekibi bol keseden "barış dolu bir dünya," temennisi yapıyordu.
Bu temennilerin geri planında, iktidar bekleyen Bush ekibindeki Powell (ilk çıkartmanın generali; o yıllarda kendisine kaç Iraklı'nın öldüğü sorulduğunda, "Doğrusu bu benim hiç umrumda olmayan bir rakam," demişti.) Somali bozgunundan sonra doktrinine "Askeri harekata girişmeden önce bir çıkış stratejisi de belirlenmeli," maddesini eklemişti. Powell doktrini bugünün İşgal Kuvvetleri tarafından göz önünde bulundurulması gereken maddeler içeriyordu. Bunlardan ilki "Politik amacımız açıkça tanımlanmış, önemli ve anlaşılabilir mi?" diğeri, "Şiddet dışı bütün politikalar başarılı oldu mu?"ydu. Powell doktirininin diğer maddeleri de bugün muhaliflerin sık sık sorduğu ve söylediği şeyler gibiydi: Askeri güç, amacı gerçekleştirebilecek mi? Bedeli ne olacak? Değiştirmek istediğiniz durum güç kullanarak değiştirildikten sonra devamı nasıl gelecek ve sonuçları ne olacak ?
Ne var ki boğazına kaçan kraker karşısında bile soğukkanlılığını koruyamayan Bush'un gözünde Powell'ın doktrinleri önce ikiz kulelerin altında kaldı, Afganistan'da dağıldı, Irak'ta kayboldu. İnsan en saf haliyle elinde olmadan şöyle düşünüyor; Bush ve Blair'e bırakın dünyanın en saygıdeğer, en ahlâklı, en insani düşünenleri tarafından söylenmesini, savaş suçlusu sayılabilecek şahsiyetler tarafından bile şiddet dışı politikaların başarılı olup olmadığı soruldu. Daha doğrusu şapkalarına soruldu, şapkalarına konuşuldu. Eğer öyle olmasa Bush 17 Mart'da, "Saddam Hüseyin savaşı seçecek olursa, Amerikan halkı savaşı önlemek için bütün önlemlerin alınmış olduğunu bilsin," diyebilir miydi? Ya, Saddam'ın koalisyon güçlerine istedikleri her şeyi verme teklifinin halktan saklanmasına ne demeli? Saddam -tiranlığı adına olsa bile savaşa diplomatik bir çözüm bulma çabasındayken Bush bütün dünyaya, "Savaşa girip girmemek Saddam'ın seçimi," diyordu. Bush ve Blair külahımıza az konuşmadılar hani!
Keşke kocasını idare etseydi
Ama en çok Irak'taki sivil ölümlerin dehşetli rakamları, ağır ve yıkıcı savaş sonuçları konusunda dünyanın bütün vicdanlı insanları onların şapkasına konuştular. Üstelik Irak'ta on yıldır bir savaş sürüyordu. Ambargonun yarattığı sonuçlar korkunçtu. 1996'da bu insanlık dışı yaptırımların ısrarcısı ve mimarı Madeleine Albright'a yarım milyondan fazla Iraklı çocuğun ölümünün ödemeye değer bir bedel olup olmadığı sorulduğunda kendisinden "Bizce bu bedele değer," cevabı alınmıştı. Madeleine Albright'ı yakın zamanda İstanbul'da karşılarında bulanlar ondan kaptırdığı koca hikâyesini ve ne kadar flörtöz olduğunu dinlemeyi tercih ettiler. Sonra da onu, "bir kocayı idare etmeyi bir ülkenin dış politikasını yönetmeye tercih ederim," gibi kadınca itiraflarından dolayı alkışladılar. Keşke Irak'taki yaptırım konusunda, kitle imha silahları bulunsa bile ısrarcı olduğunu söyleyen Albright, dış politika yapmak yerine zor olanı, kocasını idare etmeyi tercih etseydi. Böylece, Saddam'ın nezdinde bir halka yönelttiği öfkesini kocasını elinde tutmak için kullanacağından içine oturan koca kaptırma hadisesini yaşamaz, İstanbul seyahatini özel nedenlerle birlikte yaparlar, diğerinin unuttuğu biyotu bir diğeri bavula koyduğu için de otel odasında sevgiyle kucaklaşırlardı. Durum böyle olunca ortada ne ilaç ve mama yokluğundan yıllarca kırılan Iraklı çocukların günahı olurdu ne de bu günahın müsebbibinin kadınca dertlerini halkımızla paylaştığı için kutlayan ve bize vaktiyle Hitler'in bıyığına tutulan fanatik genç kızları hatırlatanlar. Naif naif düşünmeye devam etsek bugünün First Lady'sinin Bush ile tanıştığında Savaş ve Barış'ı okumakta olduğuna dem vurup, -yanılmıyorsam romanın onu en etkileyen kısmı da Prens Andrey'in savaş meydanında ağır yaralı yatıp gökyüzüne bakarak düşündüğü o muazzam paragrafmış- Irak meselesini nasıl olup da doğru okuyamadığı için hayıflanabiliriz.
Değil şapkanıza, külahınıza konuştuğumun farkındayım. Hemen akabinde çok önemli bir soruyu soracak olursak: Tarih bugünü nasıl yazacak? Yoksa yaşadığımız tarih hem İşgal güçleri, hem de savaş karşıtları tarafından ayrı ayrı yazılıyor mu? O zaman insanlık hangisini seçecek? Dünya, Sartre'ın Heidegger'in şapkasına konuştuğunu düşündüğü 1952 dünyasından da Heidegger'in Führer'i samimi bir dille cesaretlendirdiği konuşmasını yaptığı 1933'den de farklı ve kritik bir yerde. Şu bir gerçek ki Bush ve Blair'in sadece kendi ulusları için tesis etmeye çalıştıkları güvenliği meşru kılmaya çalışan vasat dillerinin, Heiddegger'in Nazizm düşüncesi gibi başka bir yoldan gidildiğinde Nazizme direnişte başvurulabilecek bir düşünüş gibi büyük olma şansı yok.
Dünya hâlâ onların şapkalarına; "Kitle imha silahlarını bulamadınız, Saddam'ın tekliflerini sakladınız, büyük sivil ölümlerine yol açtınız," diyor diyor ama Bush bindiği Ginger'ı devirir gibi bir beceriksizlikle Irak'ın tepesinde durmaya çalışıyor, Blair'in kulakları onu "köpek" diye ıslıklayan halkı karşısında köküne kadar kızarıyor yine de hem bizi şapkalarına konuşturmaktan, hem külahımıza anlatmaktan geri kalmıyorlar.