Sarmaşık: Sessizliğin Arkeolojisi (Ertekin Akpınar)

Kalacak yeriniz yok mu yoksa?’’
‘“Olmaz olur mu? Daha sokaklara yükselmedim!’’
Sarmaşık, sy. 78

Eğer hayatınızı yazgının insafına bırakmışsanız, hayat sizi iyi bir trapezci yapar. İyi bir trapezci, hayat ile oyun arasındaki salınımların farkındadır. Duvara çarpacağı anı ve ölümü bilir. İplerin arasındaki hayatın cazibesine kapılmış tesadüfi bir kahramandır o. Beyni, gözleri ve refleksleriyle müthiş bir kombinasyon zinciri kurar. Artık hayatın kenarında değildir. Tesadüfün ekseninde dolaşır durur. Şekillendirdiği hayat yavaşça tesadüf vurgusunun en yoğun şekliyle işlendiği bir tarza dönüşür. Tarz, bir ifadenin önüne geçmiş bir olgudur artık. O olgu ise ‘tesadüf’ ün kendisidir. Tesadüf; farkında olmadan hayatımızı etkiyen en önemli kavramlardan biridir. Hatta çoğu zaman mahveden!..

Bazen bir kitap bir insandan daha fazla kalır hayatımızda. Şebnem İşigüzel’in Sarmaşık romanı da hayatımıza etki eden önemli ‘tesadüf’lerden birisi. 391 sayfa boyunca tesadüf kavramının kötülükle boğuştuğu bir roman ile karşı karşıyayız. Kitabı okurken altını çizdiğim ilk cümle şu olmuş: “aklımın ve kalbimin bir köşesinde doğuştan bir babalık hissi varsa, bunu Oleg için harcamak isterdim.’’ (sy. 80) Aslında anlatılan hikâyenin roman ekseninde ne kadar az görünen ekseni varsa, bir o kadar da artık damarları vardır. Şebnem İşigüzel bu romanın da işte tam da bu ‘artık’ damarların sınırlarında geziniyor. Ne renkkörü hastalığına yakalanmış Ali Ferah, ne de Nobel ödüllü ilk Türk yazarı Salim Abidin kendi yaşadıkları garip hayatlarının Sarmaşık’ında bir iddianın peşindedirler. Artık onlar kötü bir hayatın oyununa alet olmuş birer obsesif tiptir. Boyunlarında kötülüğün madalyası, ellerinde de yazgılarının onlara kötü bir şans niyetine bıraktığı kötü bir isteka vardır.

Bu yazının ekseni tamamen kitapla konuşma-konuşabilme- isteğinden kaynaklanıyor. Asla kitabı anlatmak, tanıtmak ilişkisi taşımıyor. Çünkü, Sarmaşık’ın bu tür metinler için (anlatım, tanıtım) ciddi tehlikeler oluşturduğu kanısındayım. Ne kadar bu kitabı anlatır veya tanıtırsanız, bir o kadar kitabın içerisindeki tuzaklara düşersiniz. Satır aralarındaki gidiş-gelişleri bir trapezci edasıyla görmezseniz, siz de sizin için açılmış bir kuyunun içerisine yuvarlanabilirsiniz. Dikkatli bir okurun asla ıskalamayacağı bir kurgu düzeni var bu kitapta. Kurgu tıpkı SARMAŞIK gibi sürekli yukarılara doğru tırmanıyor.

Şebnem İşigüzel, kitabın içerisindeki her kahramanının hikâyesini dramdan tragedyaya doğru götürürken ‘’sessiz bir arkeoloji’’nin eşliğinde müthiş görsel perspektifler de kuruyor. Hele Nadya’nın 12. Su Sporları Müsabakası için gittiği Paris’te Rus Su Balesi Takımı ile havuzda yaptığı gösteri -kitabın üçüncü bölümü olan ‘Alex Buradaydı’ kısmı- Türk edebiyatı özelinde gerek biçim, gerekse içerik açısından olağanüstü özel tatlar içeriyor. Şöyle ki, Nadya’nın nişanlısı Alex bir hafta önce batan nükleer denizaltı Kursk’ta ölümü bekleyen kişidir. Yazar bizse bu bölümü şöyle anlatıyor: “… Havuzun ortasına kadar dalıp, dönerek çıkmaları gerekiyor. Nadya son hızla dalarken havuzun dibinde Alex’i görüyor. Alex tıpkı yazın gittikleri Takrisa gölünün balçık kaplı dibinde olduğu gibi duruyor. Üzerinde üniformaları, sanki Kursk’un içindeymiş gibi. Saçları ağır ağır dalgalanıyor. Alex havuzun dibinde vedalaşmak ister gibi Nadya’ya el sallıyor. Nadya gösteriyi oracıkta bırakıp, havuzun en köşesine ve en dibine iniyor. Alex’le el ele tutuşuyor, birbirlerine sarılıyor, öpüşüyorlar. Yüzlerce hava kabarcığı kuşatıyor etraflarını. Birbirlerine, tıpkı gölün dibinde olduğu gibi, sarmaşık gibi dolanıyorlar. Nadya, Alex’in kollarında ağır ağır yükseliyor… Bunun hayal olmadığına bütün kalbiyle inanıyor Nadya. Hayatının en mutlu anı. Ali Ferah’ın tecavüz kurbanı annesinin ne söylediğini hatırlıyorsunuz değil mi? ‘Hepimizin hayatı tek bir andan ibarettir.’ Nadya’nın hayatı da Alex’in kollarında, o havuzdan yükseldiği sahneden ibaret. Havuzdan çıktıktan sonra aklını yitirebilir, Nadya’ya her şey olabilir.’’ (sy. 32-33)

Yazar aslında kitap boyunca satır arasında okuyucusuna sık sık şu soruyu sormaya çalışıyor: Neden tesadüflerimiz bu kadar kötülüğün içinde saplanıp kalmış? Ya da neden kendi kötü kaderimizin aktörü olamayacak kadar acz içindeyiz? Salim Abidin, Ali Ferah, Nadya, Starov, Ludmilla, Olge, Sedef, özellikle de Hayal’in hayatı, trajedisinin içerisinde boğulmuş müthiş bir “kadersizlik’’ paydası içerisinde yalpalayıp dururlar. Çünkü hepsi de iyi olabilecekleri bir hayatı ıskalamışlardır. Mutsuzluklarının ve sessizliklerin kıyısında durmuş çağdaş bir Beckett ve Virginia Woolf kahramanları gibidirler.

Yazar, özellikle romanın yapısal kurgusunda yaptığı zekice sıçramalarla metne oldukça derin bir merkez kurmuş. Bu merkezle birlikte kitabının bütününe, tesadüf-kötülük-kadersizlik üçgeninde gittikçe halkalar halinde yayılarak kahramanların hayatlarını şekillendirmiş. Hatta daha da ileri giderek onları şekillendiren bu hayatın “payda”sına başka kahramanlar da eklemiş: Kundera, Nabokov, Kafka, Musil gibi edebiyat dehaları ve Van Gogh, Picasso, Rembrandt; Leonardo, Jan Van Eyck gibi dahi ressamlar. Bu “payda” romanın bütününde hiç şüphesiz kahramanların oyun dünyalarını güçlendiren en önemli kavşaklardan birisi olarak gözümüze çarpıyor.

İşigüzel, romanın bir yerinde şunu söylüyor: “Yaratan insanlar kendilerini kapatırlar. Sonra dostlar, düşmanlar yaratırlar. Her şeyi yaratır ve yarattıkları dünyada delirirler.” ( sy. 145) Kitaptaki kahramanların yazgısı işte tam da budur!

Yazar kitap boyunca dilini kanatırcasına kahramanlarını hırpalayıp duruyor. Onların kendi merkezinden uzaklaşmasına izin vermeyip zaman zaman müdahalelerde bile bulunuyor. Bilgi ve yeteneğin sınırlarını kahramanların özelinde fantezi ve delilikle süslüyor. Her kahramanın gittikçe bir gövdeden ayrılıp başka başka parçalara bölünmesinin, kitaba ayrı bir okuma tadı vermesinin de en önemli nedeni bu zaten. Yazar ne kadar, “Kabul edin; bu ne polisiye bir roman, ne de bir cinayet romanı. Bu tesadüflerin romanı. Bu kitapta şüpheye yer yok!” (sy. 161) dese de siz bu kitabı okuduğunuzda yine tesadüflerin dışındaki güçlü olguların (cinayet, şüphe, delilik, kötülük, kadersizlik gibi kavramların) kitabın bütününe ne kadar çabuk yayılıp, toplanıp dağıldığını göreceksiniz.

Sarmaşık, dil ve kurgusuyla olağanüstü güzel tatlar içeren bir roman. Hatta bir adım daha ileriye gidip şunu da söyleyeyim: Son yıllarda hiçbir kitap bu kadar zeki bir oyunun hamlelerini içermedi. Yazarın, kitabın bütününde kurduğu dünya ve kullandığı dil roman boyunca insanın içini burkuyor. Kitabı bitirince açıkçası, ‘leş’ gibi oluyorsunuz. Dönüp bir defa daha kitaba bakıyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, bu kitabı yazan kadının kalbi var!

ERTEKİN AKPINAR