Çöplük: Kaybedenlerin Mucizesi (Ertekin Akpınar)

ÇÖPLÜK, RENGİNİ, RUHUNU, SIKINTISINI, ARAYIŞLARINI OLDUKÇA ÇARPICI BİR DİLLE ANLATAN BİR KİTAP. SESİ ZAMAN ZAMAN NEŞEYİ, ZAMAN ZAMAN ÖZGÜRLÜĞÜ, ZAMAN ZAMAN ŞİDDETİ, ZAMAN ZAMAN DA ACIYI VE HÜZNÜ İÇERİYOR.

“Bir evim olsun istemiyorum, temizlenmek istemiyorum. Günâhlarımla kalmak istiyorum. Beni bulsunlar istemiyorum.’’
(Çöplük romanından…)

Günümüz dünyasında kötülük, merak etme, tesadüf, şiddet ve pislik gibi görünürde sıradan hale gelmiş bu durumların, duyguların ya da konumların hayatımızı belirleyen etkenlerin -tam da- ortasında yaşıyoruz. Modern hayatın bu argümanları çoğu zaman fark edemeden farklı farklı biçimlere bürünüp karşımıza da çıkabiliyor. Çoğu zaman o sorunlarla boğuşup duruyoruz sonra da zaman denen mefhum üzerine, “her şey ne çabuk olup bitiyor” deyip işin içerisinden kolaylıkla sıyrılabiliyoruz. Ama zaman tıpkı, Wim Wenders’in Berlin Üzerindeki Gökyüzü filmindeki, Damien ve Marion’un yer altında Nick Cave konserinde yıllar sonra karşılaşıp birini ötekine ettiği şu cümle ile özetlenebilir: “Belki de hastalık zamanın kendisidir.” İşte bu cümle bana geçtiğimiz günlerde yayımlanan Şebnem İşigüzel’in yeni romanını tekrar düşündürttü. Çöplük için hemen şunu söylemekte büyük fayda olduğu kanısındayım: Müthiş keyifli dahası zeki, estetik ve oyun duygusu çok güçlü bir gerçek(çi)lik hissi veren bir roman. Bu durumu belki yine bir filmle özetlemekte yarar var. Leo Carax’ın Köprüüstü Aşıkları filminde onarımı yapılan -trafiğe kapatılmış- bir köprünün üzerinde, Alex ve Michelle büyük bir aşk yaşarlar: Bir gün göz ameliyatı olmak için Michelle, Alex’i terk eder ve ona bir mektup bırakır. Alex bırakılmış bu mektubu okurken bir cümleye takılıp kalır. Michelle, “Beni unut” demiştir. Alex, cebinden çıkardığı bıçakla parmağını keserken şunları söyler: “Hiç kimse bana unutmayı öğretmez”.

Okuduğunuz da göreceksiniz ki, Çöplük kolay kolay anlatılacak veya özetlenecek veya bir çırpıda kitap üzerine bir şeyler söylenecek roman değil. Hele Şebnem İşigüzel’in bir önceki romanı Sarmaşık’ı okumadan bu kitabı okumaya başlamış olmanın -okuyucular için- oldukça eksik bir okuma yöntemi olabileceğini şimdiden söyleyelim. Benim bu noktada yazdıklarımın ise sadece kitaba küçük bir giriş hatta bir dipnot niteliğinde görülmesi gerektiğini de şimdiden söylemeliyim. Çünkü, iyi metinlere kayıtsız kalamayacak kadar ruhumun yaşlandığını düşünüyorum. Daha doğrusu şu: İyi, çok iyi bir roman ile karşı karşıyayım ve bu roman benim canımı acıtıyor! Sarsıyor ve beni huzursuz ediyor. Aslında az önceki film örneklemelerini de bu kitabı okuyacak olan kişiye -ya da kişilere- küçük küçük ipucu ya da bir çağrışım noktası olsun diye verdim. Çünkü, Çöplük’ün bir bakıma o filmlerin ruhlarına gönderilmiş bir selam niteliğinde olduğunu düşünüyorum.

Şebnem İşigüzel Çöplük’te, diğer romanlarından farklı olarak kendi kendini oldukça güçlü bir boş vermişlik duygusuyla sınamaya çalışıyor. Kahramanları her ne kadar hayata tutunabilmeyi başaramasa da onlara iktidar karşısında boyun eğdirtmiyor. Güç veriyor, zor duygularla sınıyor onları. Tabii bütün bunları yaparken bu durumun fiili temellerini de bir bir serilmiyor. Romanın bir yerinde, “Geçmişimiz de bir çöplüktür nihayetinde” (sy.11) dedikten sonra başka bir yerinde de, “Geçmişimin olmadığını sanırdım. Çünkü hayat hep beni ileriye götürürdü bir rüzgâr gibi. Bugün bir geleceğimin değil, geçmişimin olduğunu anladım.” diyor (sy.59) Çöplük’ü okurken, -kitap her ne kadar sert bir dille yazılmış olsa da- yazarın arayışlarının, dünyayı hüzünlü ve hayatı duygulu bir biçimde kavrama isteğinden başka bir şey olmadığını anlayacaksınız. Hiçbir şey vaat etmemeyi ve bir çırpıda her şeyden vazgeçebilmeyi nasıl bu kadar yalın bir hale getirdiğini göreceksiniz. Ve ne yazık ki artık bu tarzda yazılmış roman sayısı günümüzde o kadar az ki…

“GEÇMİŞ İLE GELECEK ARASINDA.”

“Leyla’nın Kurt tarafından parçalandığı, Kama tarafından kurtarıldığı ve Çöplük Kraliçesi ilan edildiği o gün, tarihi bir gündü. O gün 12 Ekim 1990’dı ve Karpov’la Kasparov New York’ta tarihi maçlarını yapıyorlardı. Leyla hanım bir anlık müsaadesiyle iki eski dostunu görmüş ve tanımıştı. İkinci partiyi oynuyorlardı. Kasparov, piyonlarıyla, e7 ile başlamıştı hatta başını çevirip Leyla’ya gülümsemişti. Ağzını açmadan gülümserdi Kasparov. Ağzı satranç tahtasının bir ucundan diğerine gerilmiş gibi. Karpov da piyonlarına davranmış e5 yapmıştı. Cılız gövdesini masadan uzaklaştırıp o da Leyla’ya bakmıştı. İkisi de Atatürk Kültür Merkezi’nin üzerine kurulmuş dev ekrandan Gezi Parkı’ndaki Leyla’ya bakıyorlardı. Hatta Karpov, “Da” demişti. “Da, Leyla” Satranç insanlara az konuşmayı öğretiyordu. Bu, “Biz buradayız Leyla” demekti. Hatta “Sen neredesin Leyla?” diye bir soruyu da içeriyordu” (sy. 23). Çöplük’ün en çarpıcı bölümlerinden biri olan bu bölüm Leyla’nın dramdan trajediye doğru gidişini en iyi anlatan bölümlerden birisi hatta birincisi. Leyla’nın çöplük gibi olan geçmişinde, Botwinnik okulunda Karpov ile öğrenciyken yaptığı satranç müsabakası. Anne ve babasının geçirdiği bir trafik kazasından sonra Türkiye’ye gönderilişi daha sonrasında da Çöplükler kraliçesi olmuş Leyla’nın, “Çöplüğüme beklerim Antoly!.. Çöplüğümde karşılaşalım seninle sıkıyorsa Antony Karpov!” (sy.16) diye meydan okuyuşunun anlatıldığı bu sayfalar edebiyat tarihinde bile çok az rastlanılacak zeki hamleleri içeren bir bütünlüğe sahip.

Geçmişinde Moskova’da Botwinnik okulunun başarılı bir satranç öğrencisi olan Leyla, çöplükteki komünün diğer üyeleri, İsviçre’de sigortacılık yapmış Fehmi, Türkiye’ye gelip dönemeyen Çek Turist Thomes Traavnicek, Heidegger hayranı olan Kama, kuryelik yapan Ejder ve diğerleri geçmiş ile gelecek arasında -tıpkı çöplük gibi- sıkışmış durumdalar. Bu bahsettiğim, iki paralel öykünün sadece bir ayağı. Romanın diğer ayağı da mutlaka başlı başına bir yazı konusu olmayı hak ediyor. Ama şimdilik bu noktayı konuşmamayı nedense -sözün uzamaması için- açıkçası daha anlamlı buluyorum.

“HOŞÇAKAL GELECEĞİM!..
HOŞÇAKAL UMUTLARIM!..”

Çöplükte kurulan komün hayatlar, John Fowles, William Faulkner, Kerime Nadir, Peride Celal, Aziz Nesin’in kitaplarından oluşan küçük çöplük kütüphanesi, ait olma duygusu, yardımlaşma vs. romanın bir bakıma bitmiş, yok olmuş ya da mahvolmuş bir dünyaya yakılan bir ağıt olmasının yanı sıra sanki kurtarılmış, kurtarılabilir ya da kurtarılabilecek yeni bir hayatın da umudu olmasını sağlıyor.

Bütün bunlardan şuraya gelmek istiyorum; yazar, Çöplük romanında anlattığı kahramanlarının, hareket anlarını belirlerken iyi bir satranç oyuncusunun hamlelerini sanki bir satranç oyunundaki hamleler gibi kullanıyor. Başlangıçta bu hareket alanlarının, savruk bir stratejisi olduğu düşünülse bile kitabın ilerleyen sayfalarında bu savrukluğu düzenleyen zeki bir kurgunun varlığını ve akıcılığını fark ediyorsunuz.

Çöplük, yukarıda da söylediğim gibi asla -bir defa okunup- üzerine bir çırpıda söz söylenecek bir kitap değil. Yazar, okuyucusuna farklı okuma biçimleri sunmanın yanında, hayatımızı çekilmez kılan bir sürü gereksiz ayrıntıya duyulan öfke ve modernizm eleştirisini getirdiği sıkı bir metinle karşımıza çıkıyor. Kısacası Çöplük, rengini, ruhunu, dertlerini, sıkıntısını, arayışlarını oldukça çarpıcı bir dil ile anlatan bir kitap. Sesi zaman zaman neşeyi, zaman zaman özgürlüğü, zaman zaman şiddeti, zaman zaman da acıyı ve hüznü içeriyor. Şebnem İşigüzel, romanında aslında bütün bu anlattıklarını hiç bitirmeyecek gibi başlayıp, hiç bitirmeyecek gibi bitiriyordu. Hayata çok benzeyen bir dil kullanıp bunu çok çarpıcı bir anlatım biçimine dönüştürmesiyle okuyucuların zihninde ve ruhunda buruk bir tat bırakıyor.

ERTEKİN AKPINAR