'Romanlarımda yaşıyorum ben'

Söyleşi: Aslı Tohumcu
Lanetlendim. Memleketimin kadın ve çocuklarının acılarıyla. Lanetlendim kötülükle. Siz geçin dalganızı. Ben ciddiyim. Üstelik artık yalnız da değilim. Şebnem İşigüzel var... Kirpiklerimin Gölgesi, Şebnem İşigüzel’in yeni romanı. Büyülü bir ormanın kıyısında yaşayan küçük bir kız çocuğunun hikâyesi. Annesi tarafından belki bir hayvan kapar da kurtulurum umuduyla, beşiğinde, dışarda, yalnız bırakılan... Abisi tarafından, bok deliğinin namusu olmadığı keşfedilen... Okul hademesi tarafından bir kuytuya çekilen... Okul müdürü tarafından velileri korkutur endişesiyle susması öğütlenen... Annesi tarafından bir çocuk kerhanesine satılan... Kerhane müşterileri tarafından tarifi imkansız bir zulümle buluşturulan... Gerçeğin kıçını parmaklayan bir roman anlayacağınız, okumak da yürek istiyor. 
Çok tatsızım; ağzımda bir kan, pas tadı bıraktı İşigüzel. Çocukluk, yaşamın en güzel ve büyülü çağıysa eğer, incitilmeye en açık çağı da olması haksızlık değil mi? Çocukluğun tatlı büyüsünü kirletmek, lekelemek niye? İnsanın kötülük yapmak konusunda bu kadar tutarlı, istekli ve yaratıcı olmasının sırrı ne? Bilmiyorum. Kirpiklerimin Gölgesi’nde yok aradığım yanıtlar, sadece kirlenmenin, kötülüğün üzerindeki perdeyi sonuna kadar açıyor bu roman. Çok fena yapıyor insanı ama iyi de ediyor...

Kirpiklerimin Gölgesi’ndeyi okurken sürekli kitabı bırakmakla bir an önce okuyup bitirmek arasında gidip geldim, çünkü özellikle bir anne olarak içim kıyıldı okurken. Dolayısıyla sizin masa başındaki ruh halinizi merak ediyorum.
Masamın başında yazarken bana neler oluyor bilmiyorum. Kendimi yazarken fena kaptırıyorum. Aslında romanlarım gücünü buradan alıyor. Ama nasıl anlatacağımı bilemediğim başka bir şey oluyor, sanki yazdıklarımla arama bir mesafe koyuyorum. Yani kendimi kasaba gittiğinde midesi bulanan bir cerrah gibi hissediyorum. Sakin, sessiz, belki biraz kırılgan ama sonuçta neşeli bir kadınım. Hatta biraz komiğim bile. Bu benim. Ama romancı olarak bambaşka biriyim. Masasının başında kendini işine kötü kaptırmış bir yazardan başkası yok esasında. Ama o yazarın da bir kalbi var ve kimi zaman talihsiz roman kahramanları için kederleniyor. Sadece bu romana mahsus bir şey oldu onu itiraf edeyim... Çocuğun yakardığı yerlerden birinde bende film koptu. Ağladım. Masamın başında sarsıla sarsıla ağladım. İki elimle yüzümü kapatıp üzüntüden ağzımı toplamayı beceremeyerek hüngür hüngür ağladım. Sanırım şöyle bir şey oldu: Bunca zaman insanın özüne, o özü incitecek denli yakından dokunmaya çabalıyordum. Bu defa bu küçük kız beni tuzağa düşürdü.

Romanın her satırında, gazetelerde okuyup da lanetlediğimiz bir şiddetin, çocuğa yönelik şiddet ve tacizin arka planını görüyoruz. Bazılarına abartılı gelebilecek ancak sapına kadar gerçek ve varolan bir pislik bu. Sizi bu perdeyi aralamaya iten ne oldu?
Bu roman aslında üç yıl önce yapıştı yakama. Seul’de konusu ‘Roman ve Kurmaca’ olan bir edebiyat toplantısına davetliydim. Hatta konuşmacılardan birisi ertesi yıl Nobel edebiyat ödülünü alacak olan Le Clezio’ydu. Kirpiklerimin Gölgesi’nde çocuğun İstanbul’da tutulduğu o çocuk kerhanesini birinci tekil şahıstan anlatmaya başladım. Salondan nefes sesi bile duyulmuyordu. Sonra konuşmamın bir yerinde “Bana inandınız mı? Hikâyeme inandınız mı?” diye sormamla koca salondan derin bir “ohhh” çekiş geldi. Ardından konuşmamın teorik kısmına geçtim. İstismar edilen bir çocuğu anlatma fikri böyle oluştu ama tutunacak bir dal bulamıyordum. Roman kendisini yazdırmaya başlamıyordu bir türlü.

Kitabı ithaf da ettiğiniz R.A.’nın bu romanın yazılmasında bir payı var mı?
Evet. Bana “Yaz” emrini veren o oldu. Tıpkı romandaki gibi on bir yaşında annesini öldüren bir kız çocuğu. Ama bu onun hikâyesi değil. Onun gazetelerdeki mozaiklenmiş fotoğrafına bakıp, “Kim bilir ne büyük acılar çekti ki çareyi bunu yapmakta buldu?” dediğimi hatırlıyorum. Sorumun cevabını hayal gücümle verdim. Tıpkı romanın bir yerinde, kendimden söz edilen satırlarda roman kahramanımın benim için söylediği şey gibi: “Bir zamanlar o da benim gibi bir çocuk olmalıydı.”

“Annemi öldürdüm” cümlesiyle açılıyor roman. Hikâyenin bir gizemi kalmadığını düşünebilir okuyucu bu ilk cümleyle ama yanılacağı kesin. Bu ilk cümle, bunun bir olay romanından ziyade bir insan romanı olduğunu mu ifade ediyor?
Çok doğru bir tespit. İlk cümle çok kolay çıktı ama tuhaf bir şey oldu, gerisini getiremedim. Yazamadım bir türlü. Artık bir tecrübeden söz edebilirim. Hanene Ay Doğacak’tan bu yana on yedi yıldır yazıyorum. Sarmaşık’ı, Çöplük’ü, Resmigeçit’i içimden söke söke çıkarmış kadınım. Ama mesele yıllardır yazıyor olmak değilmiş. O kadar samimi hislerle yazıyorum ki her roman benim için ilk roman. İşte bu duygularla, bu romanda ilk cümleden sonra ışığa tutulmuş tavşan gibi dondum kaldım. Çünkü anneyi öldürmek zor geldi. Çünkü bilinçaltımın çöplüğünde bu meseleyle ilgili takılıp takılıp düştüğüm bir tümsek vardı. Sanırım bir zamanlar masumca olsa bile ben de annemi öldürmeyi aklımdan geçirmiştim.

Farklı kılıklara bürünmekse romancılık, Şebnem İşigüzel edebiyatında, bürünmesi en zor kılıklardan biri bu kitaptaki olmalı...
Evet ama her romanda olur bu. Çöplük’ün Leyla’sı, Yıldız’ı, Resmigeçit’in Mösyö Kevork’u, Sarmaşık’ın Nadya’sı olurken de zorlandım. Yazarken zorlanmak değil ama bu. Romanlarımda yaşıyorum ben. Bu defa bir kız çocuğuydum ve evet o bağımsız askerin yaptığı jiletli işkenceye maruz kaldım, Bekçi Amca’nın bir kuşu yemler gibi attığı şekerlerle tuzağa düştüm. Kendi sesimle talihsiz roman kahramanımın sesinin birbirine karıştığı oldu. Yazmıyorum, yaşıyorum esasında. Yazdıklarım kimilerinin söylediği gibi derin hisler yaratarak okunuyorsa sebebi budur.

Küçük kızın dramı üzerinden kötü siyasete, kötü düzene, faşizme, çürümüş topluma, bu ‘Körler Ülkesi’ne isyan ettiğinizi söyleyebilir miyiz?
Öyle. Gerçi isyan etmek benim gibi sakin bir insan için ıslak yün palto gibi pek ağır ama evet, isyan. Türkiye utançları olan bir ülke. Darbe üstüne darbe, yıl 2010 hâlâ demokrat olamayan, yalanlarla zehirlenmiş tarihine dört elle sarılan bir ülke. Kahraman olmak için kalabalıkların başında yürümek gerekmez. Böyle bir ülkede hiç yılmadan yazmak bile kahramanlıktır. Bu ‘Körler Ülkesi’ne isyan ediyorum doğru. Çünkü herkes kendi iktidarını istiyor. Kimsenin şu zavallı halkı düşündüğü yok. Romandaki Mukadder’in küçük kızı korkutması gibi, “Paşalara dil uzatanın dilini keserler!” Aslında bu toplumun benim roman kahramanımdan bir farkı yok. Onun gibi sinmiş, korkmuş. Çünkü daha çocuk. Çocuk olduğu için de çaresiz.

“Dünyanın işte böyle bir köşesinde benim gibi bir kız çocuğunun ne halde olduğunu, neler yaşadığını nasıl bileceksiniz? Hepimiz birbirimizden habersiz yaşarız. İçimizdeki dünya, üzerinde yaşadığımız dünyadan çok daha büyük ve karanlıktır,” diyor küçük kız. Romancı toplumda bir vicdan yaratmalıdır diye düşünüyor insan...
Başkalarının acılarına bakmayı bilmiyoruz. Romanlar bize bunu öğretebilir. Öğretmek biraz kaba saba bir kelime oldu biliyorum ama vicdan sorunu olan toplumlarda bunun yerine koyacak bir şey bulamıyorum. En derinde herkesin bir vicdanı var elbette. Kimse kalbinin yerinde çam kozalağı taşımıyor. Bizi körelten, sistem... 

Bir çocuğun her koşulda, anne sevgisi için yanıp tutuşması ne açıklanamaz şey! Bu yüzden mi çocuklar annelerini öldüremez, anneleri onları azar azar öldürse bile...
Ne güzel söylediniz. “Ben de en çok annemi severim,” diyor roman kahramanı. Böyle. Önce anneler ölüyor yavaş yavaş, yoksullukla, mutsuzlukla ardından ellerinde olmadan biriktirdikleri zehirle yavaş yavaş kendi evlatlarını zehirliyorlar. Zor bir şey anne olmak, ebeveyn olmak. Romanın başındaki Karl Marx’a ait epigrafı öyle çok seviyorum ki kimi zaman avaz avaz bağırasım geliyor: “Ailesi olmayana ne mutlu!” 

Kitabın kapağını kapadığımda, kötülüğün en acı vereni insanın içine doğduğu, içinde yaşadığı aileden geleni olmalı herhalde diye düşündüm. Siz çözebildiğiniz mi insanın insana kötülük etmesinin sırrını, yazmanın böyle bir sonucu oldu mu?
Dediğiniz öyle doğru ki... İnsan en fazla ailesinden gelen kötülük karşısında darmaduman olur. Yani romanda çocuğun “Etim senin etin, kanım senin kanın,” diyerek dillendirdiği şey. Nedense hep roman kahramanımın ağzından cevap vermek istiyorum çünkü o benden daha güzel ifade ediyor: “Anne ve babalar çocuklarının Allahlarıdır,” diyordu. “Allah en sevilen şeyin yüzüdür. Allah en sevilen şeyin içindedir,” diyordu. Gerisini ben getireyim, bu yüzden anne ve babalardan gelen fenalık yıkım olur. Böyle bir kötülüğü anlamak daha zor elbette.“İnsan neden kötülük yapar ?” İşte ben masamın başındaki karanlıkta buna bakmaya çalışıyorum. Ben de herkes kadar kötüyüm. Sadece masa başında saatlerce dirsek çürütmekten kötülük yapmaya zaman kalmıyor. Roman yazarken herkesi anlıyorum. Ama sonuçta ben de etten kemikten bir faniyim. Masamın başından kalktığım anda o metafizik dünyayla bağım kopuyor. Gerçek hayatta ben de herkes gibi kötülük etmenin sırrını anlamaya çalışıyorum. Ama yine de tabii mesleki deformasyon dediğim bir şey var, olduğu gibi görmek, hissetmek gibi. Sezgilerim çok güçlüdür ayrıca. Eh bunlar sayesinde hepimizinki gibi olan hayatımda yol alabiliyorum.

Türk edebiyatı kendi yaralarını kaşımaktansa Kirpiklerimin Gölgesi’ndeki gibi gizli tutulmaya, hatta halının altına süpürülmeye çalışılan gündemlerimizi ortaya itmeye ne zaman başlayacak? Ya da başlayacak mı?
Ben aslında gizli bir gündemi dile getirdiğimi düşünmüyorum. Ben bu romanı hayatımız boyunca çözmemiz gereken kör düğümlerin ruhumuza çocukluğumuzda atıldığını düşünerek yazdım. Bütün kötülüklerin insana çocukken yapıldığına inanarak yazdım. Çocuk olmanın çaresizliğini görerek. Kötülüğün nasıl herkesi zehirlediğini düşünerek. “Aile nedir ki?” diye sorarak. Bir de ben ne yazdığımla ilgili oldum her zaman. Yazdıklarımla ne olacağımla değil. Kendimi güç bela “yazıyorum ya bana yeter, ya yazamasam,” diye terbiye ettim. Bu da bana kendi adıma güzel romanlar yazabilme gücü verdi. Ama herkesin yolu ayrı. Ben okuyucumu tekmeleyip huzursuz ediyorum ama öte yandan elinden bırakamayacağı bir kitap veriyorum onun eline... Öteki okuyucusunu pamuklara sarıyor. Herkesin yeri ve yolu ayrı.

‘Kötülük herkesi zehirler’
Küçük kızın abisini, Bekçi Amca’yı, İstanbul’daki Çocuklar Kerhanesi’nde karşılaştığı “bu memleketin cehennemi”nden gelen psikopatı konuşsak biraz da...
Konuşalım... Atatürk’ün evlatlık çocukları, çocuklarla ilişkisi hep ilgimi çekmiştir. Çocukluğumun geçtiği yerde Atatürk’ün Yürüyen Köşk’ü vardı. Sonra işte Atatürk’ü gören, onun ‘sen ne akıllı çocuksun,’ dediği ihtiyarlar. Bunlar beni çok etkilemiş anlaşılan. Eh üstüne okulda verilen katı Atatürk eğitimi... Atatürk böyle hastalıklı bir biçimde sevilmek istemezdi hiç kuşkusuz. İşte, bir paşa tarafından evlatlık alınıp unutulan “Güzellik acıtır,” diyen Bekçi Amca’yı oluşturan motifler. Kendisi için “bağımsız asker” tanımlaması yapan “bu memleketin cehennemi”nden gelen o köpekli psikopata gelince...Onun geldiği cehennem pek çok insanın hayatını söndürdü. O köpekli adam aracılığıyla ben o cehennemden bambaşka bir hayat hikâyesi çekip çıkarmış oldum. Köpekleriyle birlikte ‘Yetenek Sizsiniz Türkiye’ yarışmasına katılmak istiyor oluşu, onun bu topluma nasıl hasarlı biçimde geri döndüğünü iyi ifade etti. 

Özellikle politik fanatizme yaptığınız küçük göndermeleri düşününce, fanatizmin de yoksulluk ya da cahillik gibi kötülüğün kaynaklarından biri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kötülük herkesi zehirler. Yoksul ve açsan, zengin ve güçlüysen, ne olursan ol. Romandaki çocuğun sorduğu gibi, “Orman, ağaçlar, sular bu kadar güzelken, insanların ellerinden çıkan pek çok şey bu kadar incelikli ve güzelken, kötülük nasıl varolmuştu?” Ya doğuştan getirirsiniz kötülüğü ve iflah olmazsınız, ya da pis bir el kurar içinizdeki kötülük saatinin zembereğini. Hepimizin içindeki kötülük saatinin zembereği kurulu. Yoksulluk, cahillik, devlet, sistem o saatin zembereğini bir anda boşaltabiliyor. Bunu daha fazla aşırı milliyetçi gençlerde görüyorum. En güzelini Rakel Dink söylemişti tabii “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamak lazım,” diye.