12 Eylül 2008 Radikal Kitap

Burcu Aktaş/ Radikal Kitap Şebnem İşigüzel’in yeni romanı Resmigeçit bize şunu söylüyor: “Sırmalı bir ceket ya da güve yeniği dolu bir palto da olabilir tarih.” Söz konusu Türkiye’nin, son otuz yıllık tarihi olunca güve yeniği dolu olduğu kuşku götürmez. Resmigeçit, yazarının deyişiyle “benzeyen ama tam da burası denemeyecek” bir ülkede geçen ve yakın tarihi anlatan politik bir roman. Sözü geçen memlekette kesin olarak yapılan tek bir şey var, o da siyasetin hiçbir zaman halk için yapılmadığı. Romanın kahramanlarını Türkiye’den “hem birilerine benzeyen hem de benzemeyen” kişiler olarak tanımlıyor Şebnem İşigüzel. Yazar tamamen gerçek olaylardan ve kişilerden esinlenerek kaleme aldığı romanında yer verdiği siyasetçilerin gündelik ve özel yaşamlarıyla politikayı, ülkenin gidişatını birleştiriyor. Şebnem İşigüzel herkesin tanıdığı siyasetçileri birer kurgu karaktere dönüştürmüş romanında. Kitapta bolca gönderme ve temsili birçok karakter yer alıyor. Örneğin romanın mekânlarından biri olan Florya Deniz Köşkü Cumhuruyet’i, Büyükelçi Orlando Batı’yla ilişkimizi, Şehmuz Kürtleri temsil ediyor. Kötülüklerin, çıkarların, şuursuz siyatsetçilerin resmigeçitini görmek mümkün Resmigeçit’te. Roman, Türk siyasi tarihinin tekrarının ne kadar çok olduğunu ve bu tekerrürden kurtulamayışımızın bir kanıtı olarak da okunabilir. Nitekim darbe üstüne darbe anlatan bir kitap yazan İşigüzel, kitabı bitirdiği gün ironik bir olayla karşılaşmış. Resmigeçit’in bittiği gün ile e-muhtıranın verildiği gün aynı: 27 Nisan. Şebnem İşigüzel’le yeni romanını konuştuk... Resmigeçit için, tarihi utançlarımızın yüzümüze vurulduğu bir roman diyebilir miyiz? Evet. Resmigeçit utançları olan bir ülkenin romanı. 2000’li yıllarda hâlâ kana kana, demokratik olamayan bir ülkenin romanı. Ben de tıpkı romanımdaki pek az vicdanlı kahramanım gibi ulusalcıları, milliyetçileri, faşistleri en büyük tehlike olarak görüyorum. Baskı, faşizm ve muhafazakârlık hangi ülkeye iyilik vermiş ki... Tarihi doğru yerden okumak gerektiğine inanıyorum. Romana sadece 12 Eylül romanı demiyorsunuz siz... Resmigeçit’e biraz uzaktan bakarsam onun düşle hakikat, fanteziyle tarihsel olgu arasında örülmüş bir anlatı olduğunu söyleyebilirim. Sadece 12 Eylül’ün değil, bütün darbelerin, “benzeyen ama tam da burası denemeyecek” bir ülkenin bütün kirli çamaşırlarının ortaya saçıldığı bir roman. Romanımın kahramanlarından Büyükelçi Orlando’nun cuntacıların önünde saydığı bütün kara tarihler var romanda. İktidarın el değiştirdiği 2002’ye kadarki son otuz yıl. Ancak Atatürk’ün Bavulu’ndan çıkanlarla 1923’lere, Hizmetli’nin anlattıklarıyla 1915’e, yine Büyükelçi Orlando’nun ilginç hayat hikâyesiyle çok daha uzaklara kadar uzanıyor hikâye. Kitabın karakterlerini kurguya şahsi hayatları ve meseleleriyle dahil etmişsiniz. Ülke darbeyle çalkanırken biz bu kahramanların özel hayatlarında olup bitenleri de öğreniyoruz. Roman, hem birilerine benzeyen hem de benzemeyen karakterlerden oluşuyor. Bir ülkeyi çekip çevirirken, yaralarken ve vodvilden beter bir tarih yazarken onların da hayatları akıp gitti. Nasıl yataklarda uyuduklarına, nasıl evlerde barındıklarına ben karar verdim. Ne bileyim, Pertevlerin evi anlattığım kadar dağınık olmalıydı. Şahika Ateş’e namaz kılmayı öğretmek kuşkusuz bu kadar güç olurdu. Romanda, tarih içinde tarih olacak kadar uzun bir ömür geçirdiler. Kahramanlarımı özel hayatlarıyla birlikte yazarken bunu düşündüm. Şuursuz bir adam olan cuntacı general Rasim’i özel hayatında kurgularken hiç zorlanmadım mesela. Ama sonuçta hepsi kurgu, hepsi benim zihnimde yaşıyor. Romanın çok az yakınlık duyulabilcek karakteri var. Karakterlerinizi yazarken zorladı mı bu sizi? Resmigeçit gözümün önünden geçerken şöyle bir sorunla yüzyüze geldim: “İyi de benim şefkat göstereceğim kahramanım yok ki...” Sonra Florya Deniz Köşkü’nde bulduğum Hizmetli yetişti imdadıma. Ardından, Emin, Büyükelçi Orlando, Mühendis, Şehmuz, Keje. Bu kadarı bile az koskoca bir ülke tarihinde. Diğer kahramanlarla da mesafeli bir ilişkim oldu. Yarattığınız siyasetçi karakterlerin dışında o dönem erkekten kadına dönmek için uğraşan ünlü bir şarkıcı da var: Bülent Paye. “Karşınızda Bülent Paye halkın aklı başka yerde” cümlesiyle sunuyorsunuz onu... Darbeden sonra bir popüler kültür damarı patlıyor. Bir afyon gibi, halk o renkli dünya ile avunuyor. Bülent Paye hepimizin görmek istediği renkli bir dünyanın parlak bir figürü. Güzel bir hikâyesi var romanda. O da bir şekilde politikaya karışıyor çünkü onun da istediği bir kimlik var. Ama Cunta onu da yasaklıyor. Erkekten kadına dönüşüyor ama kendisi gibi olanların haklarını ne savunuyor, ne de önemsiyor. Tıpkı içinde yaşadığı toplum gibi şizofrenik şeyler yaşıyor. Politikanın ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor Bülent Paye. Bir de dönemin meşhur porno yıldızı göndermesi var: Banu Ballı. Paye’nin de yakın arkadaşı... Bülent Paye ve Banu Ballı romanın en renkli karakterleri. Bülent Paye halkın ne kadar saf olduğunun nişanesi. Çünkü romanın bir yerinde erkek iken kadın olan Paye’nin hamile olduğuna, olabileceğine bile inanır halk. Bülent Paye dönem neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Ben en çok onun kostümlerini anlatırken heyecanlandım. Tepkisinin cuntaya değil, kadın kimliğini vermeyip sahneyi yasaklamalarına karşı olması da işin başka bir yüzüydü. Banu Ballı’da o dönemin popüler figürlerine bir göndermeydi elbette. Bu romanda bana ilk defa şakalarımı ve esprilerimi, hayatta yazdıklarımla ters köşe neşemi ve muhabbetimi kökleme fırsatı verdiler. Trajikomik olduğu gibi acıklı bir yanı var Resmigeçit’in. Siyaset adamı olan karakterlerin ortak noktası ise şuursuzluk. Romandaki korkunç general ki korkunçluğuna şaşıyoruz. Bir şuursuz. Bir darbe yapmasa bir bakkal dükkânı işletecekti belki. Acıklı olan bu aslında romanda. Herkes o kadar kontrolsüz ve o kadar üçüncü dünya siyaseti yapıyor ki, kendi iktidarını düşünüyor. Her şey çığırından çıkıyor. Bugün de gördüğümüz Ergenekon manzarası bu değil mi? Romanda Gazi Olayları, Diyarbakır cezaevi var. Hâlâ bu gerçeklere bilmeden yaşamamız bir şuursuzluk değil mi? Roman da bunların bir toplamı. Trajikomik trajediyi şefkat gösterdiğim kahramanlarıma yükledim. Onların hikâyeleri acı olan: Hizmetli’nin, Keje’nin, Diyarbakır Cezaevi’ndeki Şehmuz’un. Ama bütünle de bağlantıları var. Peki, kumrulara sık sık yer vermişsiniz metninizde, onların da önemli bir temsili var. Romanın pek çok meselesi vardı. Tıpkı bir kumrunun konacağı dalların çeşitliliği gibi. Romandaki kumrular aslında bir izlek yarattılar. Pencereden pencereye, damdan dama konup neredeyse belli bir düşünceyi takip ettiler. Resmigeçit’in kumruları ve kargaları tarihin sessiz tanıkları ya da darbeyi kendisine karşı yapılmış saymayan halk gibi. Romanın birinci bölümünde pencereden pencereye kondular ve sonunda tavan arasında toplanan paşaların tepesindeki çatıya tünediler. İşte o zaman yumruğunu ağzına sokabilen cuntacı generalimiz ilginç bir şey söyledi: “Bu kargalar ve kumrular birbirlerinin gözünü oymadan yaşayabiliyorlar mı aynı çatıda? Bizimkiler paylaşamadılar da bir memleketi.” Hepsinin ötesinde çocukluğumdan beri kumruların çıkardığı sesler beni büyüler. Bir romanıma isim bile yapabilirim, gugukçuk, gugukçuk, gugukçuk... “Üçüncü dünya ülkelerinin siyaseti çıkardan başka nedir ki” diye yazmışsınız. Çıkarın karışmadığı bir siyaset var mı sizce? Romanın Ziya Ülhak’ı, Prenses Diana’nın düğününü seyrederken, misafiri olduğu cuntacıyla “Bir ülke nasıl sevilir? Biz bunu halklarımıza öğretmedik ki,” der ve ekler, “Bizim iktidarımız, iyiliğimiz, çıkarlarımızdır bir ülkeyi sevmek.” Böylece çokpartili rejime geçmenin sıkıntısını yaşayan cuntacı general arkadaşını yatıştırır. Üçüncü dünya siyaseti çıkardan başka bir şey içermiyor ne yazık ki... Kuşkusuz ben bu ülkeyi Ergenekon pisliklerinden daha fazla seviyorum. “Bir ülke nasıl sevilir?“ romanın temel sorularından birisi zaten. Resmigeçit’in faşist parti liderlerinden birisi bile bunu zihninden geçirir ve sorar, “şanlı tarihiyle mi, kanlı tarihiyle mi ?” Bu ülkede hiç kuşkusuz Zapatero siyaseti yapılamıyor. Bize de Avrupa’ya da bir Zapatero lazım ama yok. Olması için de pislik dağının üzerinden kalkıp temizlenmemiz gerekiyor. Ama güzel bir şey var ki roman yazılabiliyor. Ülkesini ve halkını seven bir ordu neden darbe yapar, neden siyasete burnunu sokar diye düşünebilir insan Resmigeçit’i okurken. Demokrasinin yerleştiği bir ülkede bunlar olmaz. Resmigeçit, ülkenin pislik dağının üzerinde oturduğundan bahsediyor. Darbe üstüne darbenin yapıldığı bir ülkede bu pisliğin bir an önce temizlenmesini bekleyemezsiniz. 12 Eylül için “herkes iktidara talipti ama kimsenin iyi bir planı yoktu” diyorsunuz. Tam olarak böyle mi görüyorsunuz 12 Eylül’ü? Sağ ve sol kendi içinde çatışıyor ama devletle çatışmıyor. Sonra bunu mühendisime de söylettim. Sinirli bir biçimde hapisanede ter ter tepinip onları Bizans’ın mavi ve yeşillerine benzetti. Kendi içlerinde çatışırlar ama devletle ve sistemle çatışmazlar. Bir uzlaşmazlık var ama bunun çaresi darbe değil. Maalesef böyle bir gelenek var Türkiye’de. Kitapta bir açıklaması var bunun: Askerler kurdu bu ülkeyi. Ama bu demek değil ki sürekli darbenin kucağına oturup kalkacağız. Bu roman biraz da hak, eşitlik, özgürlük ve demokrasiye giden yol ne kadar uzak ve biz bu yolun neresindeyiz onu gösteriyor. Kitabın bir-iki yerinde geçiyor... Roman karakterleri yüzünden yargılanma konusunu gündeme getiriyorsunuz. Resmigeçit yüzünden böyle bir kaygı taşıyor musunuz? Hayır taşımıyorum. Romanlardan korkakların korktuğunu düşünüyorum. Resmigeçit’te bunu benim yerime bazı kahramanlarım dile getirdi zaten, “Ne yani bir roman kahramanını mı tutuklayacaklar?” diyen Hizmetli gibi. Romanın sonunda söylediği daha güzeldir gerçi. Ayrıca ben de Florya Deniz Köşkü’nü 301 direk üzerine oturtarak bunların iğnelemesini yaptım. Bu romanı yazmak utanç verici bir şey değildi. Böyle bir tarihin aslını yazmak utanç olmalı. Cezayı hak eden darbeciler, kötü kalpli siyasetçiler, bunun romanını yazanlar değil ki... Ülkenin bundan sonraki gidişatıyla ilgili ne kadar umutlusunuz? Şu an kendimi siyaseten tercih ettiğim bir noktada görmüyorum. Vicdanımın emrettiği yerde duruyorum. Oy verebileceğim bir parti yok. AKP’nin dünya görüşünü benimsemiyorum ama Abdullah Gül’ün Ermenistan’a gitmesini de önemsiyorum. Avrupa Birliği ile ilişkilerin iyi bir süreçte gelişmesini önemsiyorum. Bunları CHP’nin yapabileceğini sanmıyorum. Hatta CHP’yi MHP’den de beter görüyorum. Bunlar benim yazar olarak görüşlerim. Romanımın şöyle bir umudu var. Bütün pisliği ortaya döküyor ve bundan sonrasının iyi olmasını umut ediyor. Ama ülkelerin tarihi bir gün de değişmez. Bu romandaki hikâyelerin öğrenilmesine ihtiyaç var. Bu darbelerin kendimize karşı yapıldığını kabul etmeye ihtiyacımız var. Ve en azından keşke darbecilerin kuklalarını asabilsek. Kendilerinin boynuna sarılıp şarkı söylüyor şarkıcılar. Bu vodvilden beter bir tarih. Resmigeçit’in siyasetçilerinden birkaçı Ali Çoban Ali Çoban üzerinde şaha kalkmış beyaz mermer bir atın yer aldığı masada oturur. Fötr şapka takmak en belirgin alışkanlığı. Eşinin ismi Nazlı. Cevdet Kara Cevdet Kara, Sol eğilimli partinin genç lideri ve Ali Çoban’ın rakibi. Kara ve eşi Reyhan hanım bir elmanın iki yarısı gibiler. Cevdet Kara politikacılığı kadar şair aynı zamanda. Süleyman Tel Süleyman Tel, “Batı düşmanı, hayalperest, metafizik bir kişilik.” 70’li yılları kâh Kara’nın kâh Çoban’ın partisine koalisyon ortağı olarak geçirdi. Ona göre temelli iktidar için şeriat gerekiyor. Rasim Paşa Romanda darbeyi yapacak olan general. Kitap okumayı sevmez. Kitap niyetine meclisin gizli tutanaklarını okur. Tek hayali emekli olmak. “Tatbikatlarda plastik mermiyle iki askeri kör etmiş, bir tanesinin sağır olmasına neden olmuştur. Askerlerin iki gözünü birden kör etmesi karşısında ‘İyi nişancıyımdır’ demiştir.” “Sadece askeri marşları ve Emel Sayın’ın adını bir türlü öğrenemediği bir şarkısını sever.” Hüseyin Feyzullah Simgesi uluyan bir kurt olan partinin başkanı. Eski bir asker. Komünistlerin dedikodusunu ettiği, yarısından fazlası demir dolu, kırk sekiz numara, özel yapım terlikler giyiyor.