Vicdanı olmayan tarihin kirli çamaşırlarıyla yüzleşme

Şebnem İşigüzel’in Doğan Kitapçılık’tan çıkan ve yakın tarihin otuz yılını kapsayan romanı Resmigeçit, yaklaşık bir aydır kitapçıların raflarında okurlarını bekliyor. Tarihle hesaplaşma gerekliliğinin ve bunun yapılmadığı bir ülkede her tür zulmün kazandığı meşruiyetin vurgulandığı romanda, edebiyatın bu hesaplaşmada üstlenebileceği rol de kendini şu ifadelerle hissettiriyor: “Serüven trenine benzemez tarih! Kişiliksiz, yönetilmez, hesaba kitaba gelmez, kavranamazdır ve hiç kimse kaçamaz elinden... Tarih ucubesi her ne kadar yönetilemez, hesaba kitaba gelmez, kavranamazsa da buna rağmen anlatılabilir, dolayısıyla üzerine gidilebilir bir şeydir tarih.” Resmigeçit’in başlangıç noktasına, Florya Köşkü’nün Mustafa ismiyle bilinen hizmetlisi Kevork’un anıları eşliğinde 1915’i yerleştiren, Diyarbakır Cezaevi’nde geçirilen işkence dolu günlerde serpilen Kürt sorununa ve 70’li yılların sağ-sol, sonraki süreçlerin de adı farklılaşmış ama özü aynı kalmış türlü kutuplaşma oyunlarına romanında tek tek yer veren Şebnem İşigüzel ile söyleştik. Genelde son romanınız Resmigeçit gibi sert, muhalif ve farklı şeyler yazmanıza rağmen, bu kadar kenarda ve sessiz kalmayı nasıl becerebiliyorsunuz? Özel bir çabam yok. Her romancı emek verdiği yapıtının görünmeyeceği ya da düşmanca eleştirilere maruz kalabileceği kaygısını taşır. Belki o kaygıdan dolayı bilinçsizce oluyor bu kenarda kalış. Ancak çok okunmaktan ve sevilmekten kimse kaçmaz. Romancı gören olmak istediği kadar görünen de olmak ister. Yazarlığın masa başının ötesine geçen gösterişli yanını sevmiyorum, zaten yapamıyorum da. Böyle olunca da belki bu beceriksizliğimden doğan incinmişliğimin üzerini “Yazıyorum ya bana yeter,” terbiyesiyle örtüyorum. Yine de yazdıklarımı seven okurların olması, yeni romanımı beklemeleri, hiç tanımadığınız insanlar tarafından sevildiğinizi bilmek güzel. O zaman en baştaki duyguma dönüyorum: Varolabilmek için yazabilmek tek şart. Bu defa yakın tarihi ele alan siyasi bir roman yazdınız. Belki de kimileri için bu romanı okumak ateşten bir topu kucaklamak gibi olacak. Resmigeçit’i nasıl bir ruh haliyle yazdınız? Bana ilham veren yakın tarih ve siyasetçiler bir hayalet gibi etrafımda dolanıp duruyordu. Gerçekler ilham verdi. Ateşten top benzetmenizi sevdim. Romanların ortalığı yıkıp yakıp kavurmasından güzel ne olabilir ki? Sadece romanların basit birer suç aletine dönüştürülmesine karşıyım. Güçlerine itirazım yok. Resmigeçit’in arka kapağında “Romanlardan korkaklar korkar!” diyerek bunu mu anlatmak istediniz? Bir bakıma evet. Ben bir roman yazdım. Ancak birileri benim hikâye ettiğim tarihin aslını yazdı. Cezalandırılacak birileri varsa bu da onlar yani bu tarihin aslını yazanlar. Ben, çok basit olacak ama romanlara, yazılı metne karşı bir düşmanlık gösterildiğinde hep şu örneği veriyorum: İncil’de İsa’nın “Allahım beni niçin bıraktın !” dediği yazar. Bu umutsuzluk yüklü korkunç sözcükler, bu yakarış, bir küfür olsa bile Allah’ın kitabında varken, kulları kitaplara niye bu kadar anlayışsız olurlar ki? Romanlar her şeyi konu edinebilirler. Roman sanatına karşı bu olumsuz tavrın nedenleri ne olabilir? Resmigeçit’in bir bölümünde, uçak yolculuğunda bir kahramanımın yanına oturttuğum Cebrail bana kalırsa şaka ve mizaha ilişkin doğru şeyler söyler. Fikrin ve düşüncenin cezalandırılmasıyla ilgili bazı tespitleri vardır. Bunu da doğuya has bulur. Düşünce bir haktır, suç değil. Romanın kurmaca dünyasını kabul edememek insanın gölgesiyle boğuşması gibi bir şey. Hem yorucu, hem gereksiz. Ayrıca bir toplumu ebedi çocukluğa mahkûm edecek kadar da safça bir şey. Romanınızda halkın darbeyi kendisine karşı yapılmış saymadığını söylüyorsunuz. Bunu da toplumun o saf ve çocuk kalma haliyle mi tanımlarsınız? Evet. Kuşkusuz 12 Eylül darbesi toplumun yetişmesinin, büyümesinin, olgunlaşmasının önünü kesti. Romandaki bütün darbeler çok güzel bir ülkeyi mutsuz, umutsuz ve kavruk, korkmuş ve bir köşeye sinmiş zavallı bir çocuk olarak bıraktı. Üzerinden bir kuşağın yetişeceği ve kendi çocuklarını da yetiştireceği kadar bir zaman geçti. Darbenin kısa donlu çocuklarının kaçı bu resmi bütün dehşetiyle görebiliyor? Diğerleri için Resmigeçit’in Rasim Övür’ü ne? Asıl trajedi bence bugün yaşanıyor. Koskoca bir ülke bir pislik dağının üstünde oturuyor ama haberi yok. Çöplük adlı romanınız Am Rand adıyla Almanca’da yayımlandı. Almanlar sizi çok sevdi, uzun bir okuma turnesine çıkıyorsunuz. Orada da dikkat çeken şey olağanüstü kurgunuz ve diliniz. Bir artınız daha var, yazdıklarınızı inandırıcı kılmanız. Bu romanda ise varolan bir tarihi, gerçeği hikâye ettiniz. Kurgu, dil, ironi nasıl şekillendi? Var olan tarihi hikâye etmek, gideceğim yönü doğru tayin etmemi sağladı. Ancak onun dışında yine pek çok kahramanla başetmek zorunda kaldım. Bu da apayrı bir kurguyu gerektirdi. Kahramanlar arasında ilmek ilmek ilerleyen bir doku kurdum. Dil kendi kendisini oluşturdu, ironi dolu, daha şakacı… İroninin sinirlendiren tarafını hep ağzıma layık bulurum. Bana kalırsa ironi hayatın anlaşılmazlığını ortaya çıkarıyor. Ancak romanın kederli yerleri de vardı peki orada bu dille nasıl başedecektim? Şükür dilim söz dinledi. Florya Deniz Köşkü’ndeki Hizmetli’nin anılarını anlatırken, Mösyö Kevork’a “Senin evin nerede?” diye sordururken ve onu 1915’den bu yana gitmediği Anadolu’ya doğru yola çıkarırken, ne bileyim Diyarbakır Cezaevi’nde Şehmuz’a lağım farelerini yedirirken, Emin’i Mamak’ın kafesine sokarken, iki sevdiğim kahramanım cezaevinde tünelde sıkışıp kalırlarken o şakacı dilin sesini kesmeyi başardım. Resmigeçit’te bütün kahramanlarınızla özdeşleşebilmeyi nasıl başardınız? Romanın en heyecan verici kısmı buydu aslında. Kalbinin yerinde çam kozalağı taşımayanlar için Mösyö Kevork ya da Keje olmak kolay. Ama bir de Resmigeçit’in pisliklerinden birisi olmak var. Günahkârlardan. Bu benim değil roman sanatının marifeti aslında. Yazının marifeti. Hayalgücünün. Başkası olabilme arzusunun. Kurt Partisi lideri Hüseyin Feyzullah’ın o yanardöner peynir kulesi karşısında ölüverdiği anı o olmadan anlatamazsınız. Romanda taraf tutamıyorsunuz. Herkesi muayene etmek zorunda kalan Hipokrat yemini etmiş bir doktor gibi bakıyorsunuz kahramanlarınıza. Horoz Paşa tıpkı hayatta olabileceği gibi romanda da kendisini küçük düşürüyor. Ben onu yazarken teknik bir mutluluk duyuyorum. Doğru teşhisi koymayı başarmış bir hekimin mutluluğu gibi. Ancak benim kötülerin yazdığı tarihe itirazım olduğundan, tarihi yazmak iyilere vazife edilmediğinden, şefkat gösterdiğim hep iyiler oldu. Hayatta karşıdan karşıya geçmeyi beceremeyecek kadar sarsak olduğumdan kâğıt üstünde hünerli olmak, kılıktan kılığa girmek, kâğıt üstünde katil, kâğıt üstünde peygamber olmak şahane bir şey. Yazarken bunun keyfini sürüyorum. İçimden romanınız için “Salman Rüşdi Türkiye’nin yakın tarihini yazsa böyle yazardı!” demek geliyor… Ona da Nabakov’a da çok gönderme var zaten. İslâmî parti liderlerinden Süleyman Tel’i Almanya’daki öğrencilik günlerinde indirdiğiniz sığınakta on üç âşıklı geyşa kartpostalıyla bir selam gönderiyorsunuz Nabokov’a… Evet, edebiyatın tatlı oyunları. Bunları yapmaya bayılıyorum. On üç aşığı, bir geyşanın deliklerine yerleştirmek pek zevkli. O parçayı romana monte etmek de tabii ki… Romanda Diyarbakır Cezaevi’ni anlattığınız bölümler ve başka bir cezaevindeki tünel hikâyesi çok canlı. Bu canlılığı oluşturmayı nasıl başardınız? Yazarken içime şeytan giriyor sanki! Diyarbakır, Mamak, Metris o dönemin yeryüzüne indirilmiş cehennemleri. Ben daha çok darbeyi kurtuluş sayan çoğunluğun karşısında o acıları yaşayanların neler hissettiklerini düşündüm. Emin ve Mühendis’in yarısında kaldıkları tüneli yazmak ise çok ilginç oldu benim içim. Cezaevinde bir tünel macerası hep kafamın bir köşesinde vardı. Nihayet Resmigeçit’te yazabildim. Romanlarınız için yazmak anlatmaktan kolay diyorsunuz… Evet, çünkü romanlarımı anlatırken zorlanıyorum. Resmigeçit politik bir roman olduğu için bu açıdan da mutluyum. “Konusu ne” sorusunun cevabı hazır: Siyasi roman, politik roman, politik hiciv. Romanlarla, kitaplarla popüler olmadan sevilip okunmanın bir nedeni de bu olabilir mi? Romanlarınızı yazmakla meşgul olup onları anlatmakta zorlanmak ya da fazla ortaya çıkmamak… Yazabilmiş olmayı tercih ederim. Yani normal bir şey değil ama benim tek korkum yazamamak. Bu sebeple romanlarıma yazdım, yazabildim diye bakarım. Onları, kurdum, düşündüm, içimden söke söke çıkardım. Ya yazamasaydım? Onlar olmayacaktı, dolayısıyla romancı Şebnem İşigüzel’de. Gördüğünüz gibi ikimiz de birbirimizden kuyruğumuza bağlıyız. Masa başında romanlarımı yazarken bulduğum mutluluğu bana sağlayacak başka bir şey yok çünkü. Böyle bir hisle yaşıyor olmam beni avutuyor. Yoksa çok incinirdim. Daha doğrusu yazdıklarımla ne olacağımı değil, ne yazacağımı düşündüm. Tuhaf bir durum benim ki. Yazıyı da zaten beni hayattan muaf tuttuğu için seviyorum. Dolayısıyla yazmaktan başka hırsım kalmıyor. Yazdıklarım da bir ruh hali olduğundan romanlarımı böyle söyleşilerde anlatırken dilim çocuk kalıyor. Romandaki Florya Deniz Köşkü’nün cumhuriyeti, Hizmetli’nin ise azınlıkları temsil ettiğini söylemişsiniz. Romanınızda azınlıkların yaşadıkları toplumda ötelenmesini ve “yabancı” görülmesini ağır bir biçimde eleştiriyorsunuz. Romanınızı güzel bir Ermeni adı taşıyan kızınıza ithaf ettiğiniz ve bu konuda taraf olduğunuz için sizin “faşolar” dediğiniz milliyetçi kesimden eleştiri alacağınızı düşünüyor musunuz? Onlara bu meseleyi adam gibi oturup konuşmak için sadece vicdana ihtiyaç olduğunu söylerim. Romanın pek çok meselesi var. Resmigeçit, ne darbelerin, ne Ermeni meselesinin, ne Kürt meselesinin romanı. Resmigeçit vicdanı olmayan bir tarihin kirli çamaşırı. Resmigeçit’in en güzel mekânlarından Florya Deniz Köşkü’nde çok vakit geçirdiniz mi? Hayır, hiç gitmedim. Gidip de Mösyö Kevork’umun mutfaktaki lamboz deliğini görürsem bir kez daha cadı olduğuma inanabilirim. Köşkü değil ama çevresindeki o yoksul plajı yaklaşık on yıl önce görüp çok etkilenmiştim. Bundan sonra ne yazacaksınız? Küçük bir termal otelinde, doğanın kucağında geçen, biraz özgürlüğü, baskıyı, yalnızlığı konu edinen, tatlı, küçük bir roman yazmak istiyorum.