Bu kitabın takma isimle yazıldığı düşünüldü. Bunun haberi bile hazırlandı. Son anda gazetenin yazıişleri müdürü yazarın adını bilinmeyen numaralara sormayı önerdi. Uydurma olduğu düşünülen isimde, Şebnem İşigüzel diye birisi vardı. Hanene Ay Doğacak ilk kitabıydı. Aynı yıl Yunus Nadi Ödülü'nü alacak, çok okunacak, çok sevilecekti.
Neydi bu kitabın gücü; ensest ilişkiyi, ölü seviciliği konu edip bizi sarsması mı? Bir kitap sadece tabuları yıkarak okuyucusunu büyüleyebilir mi? Bizi aşkın yabancısı olduğumuz hallerine götüren Hanene Ay Doğacak'ı ayakta tutan başka bir şeydi. Sevdiğimiz, unutamadığımız kitaplarda var olan, ruhumuza işleyen o başka şey.
Şebnem İşigüzel yeni romanlar yazdı, Hanene Ay Doğacak'ın üzerindeki sansür örtüsü kalktı. Yazarının ilk kitabı yeniden dünyaya geldi.
HANENE AY DOĞACAK
Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzü yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak. Belli de olmaz ya, bazen böyle gecelerin sabahları günlük güneşlik olabiliyor. Toprağın kokusu geliyor. Unutmuşum pencereyi kapatmayı. Şimdi gelir birisi, sorması gerekliymiş gibi: “Geçti mi başının ağrısı?” der. Sesimi çıkarmam, uyudu sanırlar. O zaman pencereyi de kapatır gider.
Sofrayı kaldırıyorlar. Tabak, çanak, bıçak, çatal sesleri içimi kıyıyor. Televizyon kimse tarafından izlenmese de açıktır. Bu evde yaşayan herkes sağırmış gibi de sesi ortalığı inletir. Babaanne de rahatsız olup kıstırmaz şunun sesini. Ablam kızını uyuturken kısar biraz. Ufaklık da yattığı yerden bağırır:
“Açın sesini, ben onu dinleyerek uyurum.”
Çocuklar nedense sever kalabalıkta, gürültüde bir yere kıvrılıp uyumayı. Ben de öyleydim küçükken. Düğünlerde masa üzerlerinde uyumasını severdim. Bütün çocuklar gazoz kapağı ve kamış toplama telâşındayken benim uykum geliverirdi. Orkestra ve insanların sesi uğultuya dönüşürdü. Annem başımın altına yastık niyetine hırkasını katlar koyardı. Bana zor gelen, uyandırılıp eve kadar yürümek zorunda kalmaktı.
Uyanmamak için diretmiştim bir keresinde. Omuzlarımdan tutup sarsmıştı annem. Babam hafiften bir tokat da atmıştı. Kaç yaşındaydım o zaman? Altı mı... yoksa beş mi?.. Annem sinirli ve bıkkın, hırkamı giydirirdi. O zaman da gözaltlarında torbalar vardı. Zaten o kış bir böbreğini aldırmak zorunda kalmıştı. Alnındaki derin çizgiler de yeni yeni oluşmaya başlamıştı. Kırmızı ruju gecenin o saatinde çoktan çıkmış, dudakları beyaza yakın bir pembeye dönüşmüş olurdu. Saçlarının diri dalgalarıysa çoktan çözülmüştür.
Düğünlere giderken yakası açık mor giysisini giyerdi. Oturmaktan etekleri buruşurdu. Giysisinin sedefli düğmeleri, düğmelerin içinde ise sadece benim görebildiğim renkler vardı.
Düşündüğüm çıktı. Bizim küçük kız, televizyonun sesini açmalarını söylüyor. Birisi geldi; oğlan kardeşim olmalı. Komünistlerle birlikte duvarlara yazı yazıyor. Geçen gün okulun duvarındaki yazıyı işaret etti. ‘Faşistlere ölüm.’ O yazmış.
“Faşist ne demek?” diye sordum.
“Anlatsam da anlamazsın,” dedi.
Sonra böyle söylediği için pişman oldu.
“Bizim karşımızdakiler,” dedi.
Okuduğu kitaplardan birşeyler anlatmaya başladı. Göz ucuyla tekrar baktım yazıya.
“Aceleyle yazmışsın,” dedim.
“İbneler gelip sıkıştırırlar diye...”
“Faşistler ibne de mi oluyorlar?”
“Lâfın gelişi.”
Babam küfrediyor. Ellerindeki boyaları iyice çıkaramamış olmalı ki, komünistlerle yazı yazdığını anladı. Kötü şeyler söylüyor: “Sen de,” diyor, “sen de öteki piçler gibi televizyon seyredip odana gidip otuzbir çeksen ne olur sanki?” Aşağılıyor onu. Babam böyle konuşur, ama televizyon seyretmez. Tanrı bilir otuzbir de çekmez. Babaannem araya girmeye çalışıyor. Ablamsa avazı çıktığı kadar bağırıyor. Annemin birazdan böbrek sancısı tutar. Kasılır kalır. Salondaki sert kanepeye sırtüstü uzanır. Gözü duvardaki gençlik resmine takılacak olursa başını çevirir. Belki ağlar da... Gözyaşları, dinmeyen sızılarına mıdır, yoksa mutsuz çocuklarına mı?
Annesine daha başka bir yaşam yakıştırdı:
İnce uzun parmaklı elleriyle elyazması değerli bir kitabı karıştırmalıydı. Pahalı parfümünün cezbedici kokusundan kendisini alamayan antikacı,
“Kaçıncı yüzyıldan kalma bu kitap?” sorusunu ikinci soruşunda anlayabilmeliydi.
Uyandığında başucunda sevgilisinin bıraktığı iki dizelik şiiri bulmalıydı. Uzun kirpiklerini aralayarak bir sis perdesinin ardından ince uçlu siyah mürekkepli kalemle yazılmış şiiri ağır ağır okumalıydı. Gülümsemeliydi. Gülümseyişini yatağına gelen kahvaltı tepsisindeki gümüş şekerliğin üzerinde de görmeliydi. “Ne kadar mutluyum,” diye geçirmeliydi aklından. Hemen ardından düşünmeliydi: “En son ne zaman mutsuz oldum?”
Hatırlaması biraz zaman almalıydı, inci kolyesinin kopuverip tanelerinin ortalığa saçıldığı günü... Hayır, inci kolyesinin kopması mutsuz etmemişti onu, yalnızca yere eğilip o kalabalıkta inci tanelerini toplamak istemeyişine üzülmüştü.
Annemin ağrıları dinmiş olmalı ki ayak sesleri geliyor. Sonra ablama çocuğun üzerini örtmesini söylüyor. Ablam yine telefon başında. Bu konuşması da ötekiler gibi uzun sürecek ve yine mutsuz evliliğini anlatıp duracak. Küçük kardeşinin komünist olduğuna ne kadar üzüldüğünü de söylemeden edemeyecek. Şimdi konuşurken sol bacağını sürekli sallayıp duruyordur. Annem kaş göz işaretleriyle konuşmasını bitirmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordur.
Babaanne, her zamanki gibi şeytan tırnaklarını kesiyordur. ‘Şeytan tırnağı’ ne kötü bir deyim. Küçükken bende de çok çıkardı.
Televizyonu kapattılar. Babaanne birazdan sessizlikten sıkılır, radyoyu açmalarını söyler. Sevdiği şarkıları duyunca kendisi de başlar mırıldanmaya.
Uçuk eflatun giysisi üzerinde, ‘Sahibinin Sesi’ marka gramofonun kolunu çeviriyor. Evin üç kızı ve arkadaşları tango öğrenmeye çalışıyorlar. Ayakkabıları yeni. Rengi gülkurusu gibi. Elörgüsü alacalı halının üzerinde ne kadar zarif kalıyorlar. Kaşları yok denecek kadar ince alınmış. Dudaklarını artık hafifçe boyayabiliyor. Ara sıra kapatıyor gözlerini, başlıyor tangonun sözlerini mırıldanmaya... Annesi, daha doğrusu babası, saçlarını kestirmesine izin vermiyor. Oysa ne çok istiyor kısacık saçları olmasını. Birden şeytan tırnaklarını fark ediyor. Bırakıyor tangoyu, şeytan tırnaklarını kesmeye gidiyor.
Çok yaşlandı babaanne. Birazdan tango öğrenmeye başladığı gençlik yıllarını anlatmaya başlar.
Annem yine bir karafatma yakalamış. Yan tarafta fırın var. Bu yüzden ev karafatma kaynar. Yine tuvalete attı yakaladığı karafatmayı. Sifonu da çekti. Babam sinirlendi: “Bir böcek için bu kadar su harcanır mı?” diye.
Sonra ben o böcek oldum:
Kocaman bir insan eli tiksinerek kavradı bedenimi. Derin bir su çukuruna düştüm. Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Bu kadar ağır olabilir miydi su? Binlerce kez döndüm. Sonsuza kadar sürecek bir devinimdi bu.
Vazgeçtim. Devinim sürüyor. Bağırmalıyım. İşte odama birisi girdi. Sorması gerekli soruyu soruyor. Devinim sürüyor, ben sesimi çıkaramıyorum. Yavaşça kapatıyor pencereyi. Artık toprak kokusunu duyamıyorum. Bir kolum yataktan aşağıya sallanıyor. Kolumu alıp bedenime bitiştiriyor. Anne, vazgeçtim. Yanağımdan öpüp saçlarımı okşuyorsun. Belki daha soğumadım, ama artık soluk almıyorum, görmüyor musun? Anne, gözaltındaki torbalara ne oldu. Alnındaki derin çizgiler? Düğüne mi gidiyoruz yine? Yoo, siz düğünden gelmişsiniz, üzerindeki giysinin etekleri buruşmuş. Bu giysi mor değil miydi? Yoksa bir de fıstık yeşili mi vardı? Sedefli düğmelerini niçin söktün? Saçlarının diri dalgaları çözülmüş. Oysa kırmızı rujun hâlâ dudağında.
Anne, vazgeçtim diyorum. Duymuyor...
Kardeşim giriyor odaya.
Elinde bir kutu boya ve fırça var.
“Babamın odasına,” diyor gülerek; –gülmekten konuşamıyor– “duvarlarına yazılar yazdım. Dedim ki: ‘Faşistlere ölüm, kurtuluşumuz yakın.’ Bunları kıpkırmızı boyalarla yazdım duvarlara.”
Hâlâ gülüyor. Gözlerini kısmış, bazen iki büklüm oluyor. “Sonra çıkardım bıçağı,” diyor. “Senin gibi faşist köpeği doğramalı dedim. Korktu. Şişko bedenini duvara dayadım. Pantolonunun önünü açıp otuzbir çek, diye bağırdım. Bıçağı iyice yaklaştırdım karnına. Otuzbir çekti gözlerimin önünde. Ben gülmeye başlayınca durdu bir an. Tekrar dayadım bıçağı karın boşluğuna, devam etti.”
Odadan gülerek çıkıyor. Merdivenleri ağır ağır çıkarken kahkahası geliyor hâlâ.
Elinde fincan, babaanne giriyor odaya. Üzerinde uçuk eflatun bir giysi, fermuarını kapamamış. Fala niyet tutulmuş kahve fincanını aynalı dolabın üzerine koyuyor.
“Makas nerede?” diyor aceleyle.
Çekmeceleri hızla çekip kapatıyor. Makası buluyor sonunda. Uzun beyaz saçlarını bir kerede kısacık kesiveriyor. Sonra eline saç fırçasını alıp özenle tarıyor.
“Ne güzel oldum,” diyor. “Niçin izin vermediler ki bunca zaman saçlarımı kestirmeme. Önce babam, sonra kocam, sonra da oğlum. Bak ne güzel oldum. Bak ne güzel oldum.”
Şimdi kendi kendine dans ediyor. Sonra birden iki elini yan yana getirip bana doğru uzatıyor.
“Bak, şeytan tırnaklarımın hepsini kestim.”
Aklına dolabın üzerine koyduğu kahve fincanı geliyor.
“Senin için kapattım bu falı,” diyor.
Başucuma oturup başlıyor fal bakmaya:
“Hanene ay doğacak; apak fincanının dibi.”
Sonra hızla pencerenin kenarına gidiyor. İçeri sızan soluk ışıkta tekrar bakıyor fincana, diyor ki:
“Bir tek kahve tortusu bile yok.”
Gözlerini dehşetle üzerime çeviriyor:
“Sen ölmüşsün.”
Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzü yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak...