Çöplük

Çöplük, yazılacak ve okunacak kadar tuhaf, birbirinden çok farklı hayatlar süren kahramanları bir araya getiriyor, soluksuz okunan birkaç hayat hikâyesini bize aktarıyor. Bu hayat hikâyelerini taçlandıran geçmiş ise bizi, mutluluk, aile, çocukluk, sevilmek üzerine düşündürüyor. Romanın sonunda ise yazar okuyucuyu bambaşka bir durumla yüzyüze bırakıyor: Romanı soluksuz okutan bu ilginç kahramanların hayatını nereden, nasıl yakaladığını anlatıyor; bu hayatları kimlerden dinlediyse bizi onlarla yüzleştiriyor. “Bazen gördüğümüzü sanırız ama yanılırız,” diyor ya yüzleştiklerimizden birisi, iş de orada kopuyor zaten: Roman bir kere daha yazılıyor, başa dönülüp bir kere daha okunmak isteniyor. Saçtığı berbat kokulara rağmen Çöplük’ü karıştırmanın zevkine doyum olmuyor.
Hanene Ay Doğacak’tan bu yana her yazdığı ilgiyle okunan, son romanı Sarmaşık’tan sonra ne yazacağı merakla beklenen Şebnem İşigüzel’den çarpıcı bir yeni roman.

ÇÖPLÜK'TEN

Çöplükte bir adam bulundu. Bulunduğu günü takiben, şuursuz, baygın, dünyadan habersiz yattığı yirmi sekiz günün sonunda Kafa Koparan adını alacaktı ama şimdilik onu bulan Çöplük Kraliçesi Leyla için çöplükte bulunan adamdı. Çöplüğün en yüksek tepeciğinin, çöplüğün zirvesinin üzerinde yatan bir adam. Allah katında haklanıp oraya düşmüş gibiydi, gökten düşmüş gibiydi, ölüden farkı yoktu. Zaten göğsünün, hatta tam kalbinin üzerine çöreklenmiş lağım faresi de bunu anlamaya çalışıyordu. Kuyruğu kıvrım kıvrım adamın kasıklarına doğru iniyordu. Kedi büyüklüğünde fare, çamur rengi –belki çamurlu– fanilanın tramplen gibi gerili durduğu göğüs kafesinin üzerinde –rengi itibariyle– kaybolmuş gibiydi. Leyla iyice yaklaştığı vakit onun bir fare olduğunu fark etti. Hatta adamı koklarken çıkardığı sesi duydu. Tepelerinde dönüp duran martılar bağırmayı kesmişlerdi çünkü. Atmaca gibiydiler mübarek, müjde çöplüğün bütün martılarına yayılmış olmalıydı: Çöplükte bir adam bulundu.
Şu fare bir girişse, onlar da ikisine girişeceklerdi. Ama fare başını çevirdi, Leyla’yı gördü ve kaçtı. Leyla bu defa gökyüzüne baktı. Başını şöyle iyice arkaya atarak. Ah, biliyordu martılar onun elinden bir şey alamayacaklarını. Anında dağıldılar.
“Akıllısınız bugün,” dedi Leyla onlara.
Martılar çekiliverince bir perde gibi açıldı gökyüzü. Bugün bir kez daha, tiril tiril ipek gibi, tül gibi göğe serilmiş duran bulutları gördü. Daha biraz önce şu çöplüğün ilerisindeki çalılıklardan yılbaşı üzeri pekâlâ satılır diye kokina dalları keserken, üzerine çullanan serseriyle boğuştuğunda, tam sırtı yere gelmiş, suratsız pislik elindeki palayı koltuk altına indirmişken de görmüştü bulutları. Zaten bulutların o güzelliği, onların sırf bugün için Allah tarafından kendisine doğum günü hediyesi olarak gönderilmiş olduğunu düşünmesi yüzünden boş bulunmuş, palayı koltuk altına yemişti. Hiçbir şey düşünmemek ya da tek bir şey düşünmek gerekiyordu. Böyle söyleyen de on iki yaşındayken ders aldığı satranç hocasıydı. Demek satranç tahtasının siyah beyaz karelerinin üzerinden seke seke çöplüğü boylamıştı! Ne hayatmış be! Yoo, ben değil bizzat Leyla düşündü bunu. Kendisiyle alay etti. Sonra da elinde palasıyla, “Çöplük orospusu,” diye kovalayan adamın elinden kaçarken bir zamanlar en şahane şah ve mat’ları çeken ellerine batan kokina yaprakları ona şöyle düşündürttü:
“Bu kokinalar şimdi benim kucağımda, bu akşam havalı bir evin salonunda, fırından çıkmış bir hindi dolmanın kuşbakışı seyrinde.”
Allah’ın yarattığı kokinalar, çöplük seyreden dallarından kopup sıcak geniş ışıklı salonlara kurulurlarken, insanlar neden aynı salonlardan çıkıp çöplüğe düşmesinler? Kaldı ki o zevk ve ziyafet günleri geçtikten sonra kırmızı minicik topları pıtır pıtır dökülen kokinaların da gideceği yer çöplüktür nihayetinde. Bunları düşünen de Leyla’ydı. Bugün doğum günüyken, ömrünün neredeyse yarısı çöplükte geçmişken, satranç bilen bir yetişkin olarak kendine, “Nerede tükettin ömrünü?” diye soracak hali yoktu. Çöplük, bir zamanlar en sevilen, en değerli şeylerle doludur. Bunu müteakip artık Leyla’nın bildiği tek şey vardı: Hayatta her şey çöptür!
Tek istediği bütün kokinaların kendisine ait olduğunu söyleyen eli palalı o adamdan kaçabilmekti. Bu yüzden keçi gibi çöplüğün en yüksek tepesine, zirvesine tırmanmaya koyuldu. Eli palalı öküz bunu yapamazdı. Korkardı o çöplükten. Çöplük Leyla’nındı. O, Çöplük Kraliçesi’ydi. Kendi ülkesinin topraklarına adım atmış, arkasını dönüp durduğu yerde palasını savurana bakmıştı. Gelemezdi peşinden. İstese bir el hareketiyle, bir ıslığıyla leş kargalarına, çöplük martılarına parçalatırdı adamı. Söylemiştik ya, atmaca gibiydiler hepsi. Hepsinin aynı yerde dönüp durmaları dikkatini çekmişti Leyla’nın. Bir hikâye vardı çöplüğün zirvesinde. Kaçmayı bırakmış, bu merakla yürümüştü en yüksek tepeciğe.
Çöpün taş gibi basılıp sertleştiği yerlerini iyi biliyordu. Yoksa löök diye kayıverirdi çöp dağı. Kayar, çığ gibi akardı gözüne kestirdiği bir yere. Altı yıl önce tuhaf bir gürültüyle sanki pooof diye bir sesle Leyla ve Kama’nın yaşadığı barakanın kapısına kadar gelmişti. Turist’le Ejder’in barınağını yerle bir etmiş, başka da bir zararı olmamıştı. Kama ertesi gün tenekeden müteşekkil evlerini beş yüz metre daha ileri taşıttırmıştı. O ne derse o olurdu ama bir yıldır ortalarda yoktu. Oysa hayatta hiçbir şey kaybolmuyordu. Çöp oluyordu ama yok olmuyordu. Gazıyla, külüyle, geri kalan pisliğiyle, dönüştüğü başka bir şeyle varolmaya devam ediyordu bu dünyada. Çöplüğünü, krallığını bırakıp bir yere gitmezdi ama gitmişti bir kere ve mutlaka bir yerlerdeydi, bu dünyada, bu hayattaydı. Rüyalarındaki gibi çıkıp gelecekti.
Bakın, Leyla’nın bastığı yerlerden çıkan ses, bu hayatta ve dünyada kalmak için direnenlerin, yok edilemeyenlerin sesiydi. Her acı dünyanın yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Çöpler ve Leyla yeni bir evrendeydi. O yok edilemeyenlerin sesi varsaydığımız sesler de bu evrenden gelmeydi. O sesi size tarif etmek, Leyla’nın ve diğerlerinin çöplüğün ne büyüleyici, ne güzel bir yer olduğunu anlatmaları, sizi ikna etmeyi başarmaları kadar zor. Ama bir dakika, hayatta anlatılamayacak şey yoktur. İkna olmayanlar, tarihte de büyük romanlarda da hep kaybederler. Bu satrançta da böyledir. Leyla düşüşünün hikâyesini canı isterse anlatır. Ya da hatırlar. Geçmişimiz de bir çöplüktür nihayetinde. Sevgilinizin ağır ağır yürüyüşünü seyrettiğiniz bir an ile yerlerde sürüklendiğiniz bir an aynı hafıza çöplüğünde koyun koyuna kokuşur. En güzelini seçip hatırlamak isterken en kanlısı da kendini unutturmaz. Siz de Leyla’nın martıları gibi akıllısınız; bunun, anıları karıştırmanın, hatırlamanın bir çöplüğü deşer gibi yapıldığını anladınız. Leyla sokakları ve çöplüğünü, kaderinin 1988 yılında kendisine yarattığı yeni evreninin altında kalan eski evrenindeki geçmişinden daha fazla sever. Varlığımızın en derininden başka hiçbir yerde cennet olmadığını henüz bilemeyen sizin ve benim gibilerin geçmişinden farksız bir geçmişti onunkisi de...
Evet, kısaca siz, çöp dağının üzerinde yürürken çıkan sesi nereden bileceksiniz. Kabaca, basitçe tarif etmek gerekirse o ses şöyle bir şeydi: Fışş, fışşş, fışşşş. Bir cinayetin artıkları, bir ziyafetin artıkları, bir ihanetin artıkları, bir kutlamanın, sıradan bir günün, kendi halinde insanların, müptelaların, gamsızların, aşıkların, düğünlerin, ölümlerin, hastalıkların, sağlıklı insanların, son yemeklerin artıklarıydı Leyla’nın ayaklarının altında ezilen. Bütün insanlık, dünya ayaklarının altındaydı. Bütün hayat çöpten ibaretti, bu da onun sesiydi: Fışşş, fışşş, fışşşşş.
Çöplüğünün zirvesindeki adamı işte böyle buldu Leyla. Martılar çekilip gidince, adamın göğsüne çöreklenmiş fare ilk ısırığını atmaktan vazgeçip kaçınca, daha dikkatli baktı ona. Çöpe düşmüş bir kavanoz havyar gibiydi adam. Zengin sofrasından kalma, dibinde en kıymetli, en leziz havyarlardan epeyce kalmış olan kavanozlardan. Bu benzetmeyi yapmasına vesile olan şey paltosunun cebine davrandığında eline gelmişti. Daha o sabah, çöplüğün en kenarından kokina toplamaya giderken bir kavanoz yuvarlana yuvarlana ayağının dibine kadar gelmişti. Bu kavanozdu işte o! Doğum gününün ilk hediyesi. Zira kavanozun dibi serçe parmağı kalınlığında havyarla kaplıydı. Sahibi bir bıçakla sıyırmaya üşenmiş olmalıydı kavanozunun dibini. Bu haliyle Leyla’nın doğum günü hediyesiydi işte. Uzun işaret parmağını sallandırıvermişti kavanozdan içeri. Ah, o vaktiyle filleri, atları, hemen gözden çıkardığı piyonları, üstüne titrediği ama gambite sürmeyi alışkanlık edindiği vezirini en tepesinden yumuşakça tutan uzun parmaklarını. Parmaklarının uzunluğu satrançta işine yaramıyordu ama bak boş havyar kavanozunun en dibine inmekte ne marifetliydi o parmaklar.
“Satrançta en önemsiz organ ellerimiz, parmaklarımızdır. Bilseniz, hiç işimize yaramazlar. Taşları yerinden oynatan kafanızdır!”
Satranç hocası tarafından, bizzat Leyla’ya karşı, 1975 kışında Moskova’da parmakları havyar kavanozlarının en dibine daha ulaşamazken edilmiş bir laftı bu. Her ders dönüşü bir tatlı kaşığı havyar alırdı ağzına. İksir gibi bir şey olduğunu düşünürdü bunun. Satranç için yaratılmış Ruslara karşı güç iksiri. 1963 İstanbul, Pakize Tarzi Doğum Kliniği’nde dünyaya gelmiş bir Türk’tü nihayetinde. Babasının meşguliyeti sebebiyle altı yaşından bu yana Rusya’daydı. Memleketinden bildiği tek köşe iki-üç yılda bir, yazları, o da taş çatlasa bir aylığına gittikleri Marmara Adası’ydı, o adanın mermerden mevcut kıyısıydı, mermer yamaçlarıydı, o mermerlerden Girit göçmeni Yakup Dede’nin kendisine yaptığı satranç takımıydı. Meğer Yakup Dede oynamaya Leyla’dan çok meraklıymış da 1950’de geldiği adada satranç bilen bir Allah’ın kulunu bulamamış.
“Kendi başına da oynanır bu,” demişti Leyla.
“Öyle mi?” demişti Yakup Dede de. Böyle olabileceğini hiç düşünmemiş gibi söylemişti bunu. Bunu düşünemediğine yirmi beş çarpı üçyüz altmış beş gün kere pişmanlık duyarak neredeyse ağlamaklı olmuştu. Bütün çocuklar gibi doğal, doğal olduğu için de vahşiydi Leyla:
“Başkası gibi düşünebilmektir mühim olan,” diye devam etmişti sonra.
Bilse, Rusça Türkçesini nasıl da kaydırmıştı. Yine de aksanı epey kaykık Türkçesiyle böylesine basit bir şeyi düşünemeyen Yakup Dede’yi diri diri gömme arzusundaydı. Son söz olarak Moskova’daki satranç hocası Botwinnik’den öğrendiği şeyi söyledi. Ama her zaman yaptığı gibi, kendi fikriymiş gibi:
“Böylece, üç, dört hamle sonrasına kadar olasılık hesaplayabilirsiniz. Ben bir defasında sekiz hamle sonrasını düşünebilmiştim. Ama rakibim çok, çok...”
“Aptal” ne demekti unutmuştu. Kötü bir aksanla olsa bile inci gibi dizilmiş, mükemmel seçilmiş kelimeler kullanıyordu kullanmasına da bazı kelimelerin Türkçesini unutuveriyordu. Bozuluyor, utanıyordu o zaman. Hırslı çocuktu ne de olsa. Adaya geldiklerinde kâhyalıklarını yapan Yakup Dede hâlâ onunla bir parti satranç oynamayı ümit ediyordu ama Leyla zihninde “aptal”ın Türkçesini arıyordu. Ayağa kalkıp annesine seslendi. Gözlerini Yakup Dede’den ayırmıyordu. Annesi duymadı. Bahçede ıhlamur ağacının altında kurulu masanın başındaydılar. Öyle güzel bir rüzgâr esti ki ıhlamur kokularını başlarından aşağı boca etti. Ama bu bile Leyla’yı yatıştırmaya yetmedi:
“Seninle oynasam on beş hamle sonrasını hesaplarım!” dedi. Ardından “Da” dedi yavaşça. Rusça “evet,” en sık kullandığı kelime. Rusya’da satrançla avunan hastalıklı, içe kapanık, hiç sevilmeyen, bu yüzden hiç sevmeyen, sevmesini bilmeyen, eline fırsat geçtiğinde küstah ama fazlasıyla korkak ve mutsuz bir çocuğun en sevdiği kelime: Da, da, evet, evet.
Elinin tersiyle vurmuştu Yakup Dede’nin ustalıkla işlediği satranç taşlarına. Ihlamurun dallarına kadar, kuş gibi havalanmıştı taşlar. Zavallı Yakup Dede başını sakınmıştı da siyahlardan bir tanesi omzuna mı çarpmıştı ne? Leyla’nın da elinin üzeri kesilmişti, kanıyordu tıpkı şimdi olduğu gibi. Bütün kokinaları kendisinin sanan palalı öküz elindekini ölümüne sallarken, Leyla’nın parmaklarının üzerine bir çentik atıvermişti demek. Vaktiyle on iki yaşını sürdüğü yaz mermer satranç taşlarının kanattığı elinin üzerine, ay, hemen hemen aynı yere denk gelmişti pala. Çocuk elinin üzerinde kanayan o sıyrık, böyle derin değildi elbette. Canını fazla yakmamıştı. O yaşlarda canını daha fazla yakan şeyler vardı. Sokaklarda lime lime olmuş, daha fazla kanamış ve kanatılmıştı. Vücudu izi kalmış yaralarla doluydu. Ayak parmakları çöplükte eksilmiş, bir kulağı bir gecede yok olmuş, mahrem yerinin iki dudağından birisi kopuvermişti. Yine de yirmi beş yaşına kadar sürdürdüğü herkesinki gibi olan hayatında; banyo küvetinde yıkandığı, ütülü elbiseler giydiği, kanayınca apış arasına yumuşak pamuklar koyduğu hayatında, canı daha fazla yanmıştı. Ruhu iflah olmaz yaralar almıştı. Kafasının içi, kalbi, tarumar olmuştu.
Yakup Dede’nin canına okuduğu o yaz, yaptığı bütün kötülükler ve huysuzluklar, devam ettiği satranç okulundan alınmak istenmesindendi. Botwinnik Satranç Okulu’nda bir sürü erkeğin, Rusların arasındaydı. Kaşık kaşık ağzına doldurduğu havyarlar onu ne Rus yapıyor ne güç veriyor, sadece susatıyordu. Ne kadar sıska, ne kadar küçük, ne kadar sessiz ve silik olursa olsun, NATO üyesi, Amerikan yanaşması bir memleketin uyruğundan bir yabancı olarak şüpheci ve katı Sovyet yönetiminin dikkatini çekiyordu.
“Ruslar seni istemiyor,” demişti babası. “Alacağız seni Botwinnik’in antrenmanlarından.”
Ama daha o gün 1975 Nisan’ında unvan maçını yapacak olan Karpov, Leningrad’dan gelmiş, Botwinnik’in yeni öğrencileriyle toplu bir satranç partisine katılmıştı. Otuz iki kişiye karşı oynamıştı Karpov ve on bir kişiyi iki hamlede mat ettikten, diğer yarısıyla da fazla uğraşmadıktan ve kalan sekizin, dördüyle kedi fareyle oynar gibi oynadıktan, diğer iki oyuncuyu tıpkı o lağım faresinin çöplükte bulunan adamı koklaması gibi koklayıp iş çıkaramayacağını anladıktan sonra geriye iki oyuncu kalmıştı. Karpov yirmi dört yaşındaydı. Ekonomi okuyordu. Yağdan pırıl pırıl parlayan kahverengi bir takım elbise giymişti. Çelimsiz ve küçücüktü ama elini taşlara uzattıkça büyüyordu. Leyla bir an bunu düşündüğünden, o küçücük Karpov’un her mükemmel hamlede uzadığını sandığından, tıpkı kokinaları toplarken kendisine palayla saldıran adamın altında bir an ipek gibi bulutlara bakıp yaralandığı gibi, bu usta satranççıya biraz daha dayanacakken atını dörtnala, hayallerinin üzerine sürdü ve Karpov’un onu tuzağa düşürecek iki hamleyi hazırlamasına olanak tanıdı.
“Da, da” demişti Karpov atın ilerleyişini gördüğünde, “Evet, evet,” çok direndin ve başarılıydın.
Leyla yenilmiş, eve gidince daha çok güç, kuvvet için bir kavanoz havyarı yemişti. Yani, babasının, “Seni Botwinnik’in okulundan alacağız galiba,” demesinden ziyade havyarlar bayıltmıştı onu. Bir kavanoz havyar, kurşun gibi bir yumruk olmuş, midesine çakmıştı. Hastaneye giderken iyi bir satranç oyuncusu olamayacağını düşünmüştü. İsmi elvermiyordu buna. Nitekim maç sonrası Karpov, Botwinnik’e “En son kendisine yenilen şu kızın ve –aferin ona, çok direndi– şu oğlanın, adları nedir?” diye sormuştu. Leyla’nın adı çok hafif kalmıştı. Kanatlanmış uçmuştu. Uçmuş yirmi yedi yaşında çöplüğe konmuştu. Konduğu yerde daha bugün kırk yaşında olmuştu. İşte bu dibini sıyırdığı havyar kavanozu da çöplüğünün ona doğum günü hediyesiydi. Muhtemelen öyleydi zira içinden havyardan çok anıları, geçmişi çıkmıştı. Yanındaki diğer çocuk, 1975’te bir kış günü Moskova’da, Karpov’a daha çok direnen... Onun adı: Garri’ydi. Garri Kasparov. Karpov her ikisinin de elini, “İleride karşılaşacağımıza eminim,” diye sıkmıştı.
“Çöplüğüme beklerim Antoly!” diyordu şimdi Leyla, “Çöplüğümde karşılaşalım seninle sıkıyorsa Antoly Karpov!”
Uzaklardan geçmişe bakmak her şeyi güzel gösteriyordu. Leyla kömür karası son havyar parçalarını parmağından yaladı. Yazık, birinci sınıf kalitede havyarın çoğu, uzun kirli tırnaklarının arasına sıkışmıştı. Çöp olmuşlardı işte. Yenilebilecekken, yenilecek durumdayken, birinci sınıf kalitedeyken çöp olmuşlardı. Kendisi gibi, çöplükte bulduğu adam gibi.
Üzerine eğildi adamın. Hâlâ kucağında olan kokinaların dikensi yaprakları battı, adam başını kıpırdattı. Belki de inledi. Ama tepelerinde uçuşan martıların çığlıkları duyurmadı ona bu iniltiyi. Martılar, Çöplük Kraliçesi’ne ne olup bittiğini soruyorlardı. Anlayalım yani, aşağıda yatan, afiyetle yenilecek bir leş miydi? Adamın kıpırdayan başı, o başı donatan gümüş rengi pırıl pırıl gür ve tıpkı üzerinde yattığı çöplüğün tepeciği gibi alnının üzerinde görkemli bir dalga oluşturan saçları Leyla’nın eline değdi. O saçlar yıllardır Leyla’nın eline değen en yumuşak şeydi. Leyla güldü, martılar, Kraliçelerinin, Krallarının kayboluşundan bu yana güldüğünü ilk defa gördü. Leyla güldü ve çöplükte bulduğu o adamın da doğum günü hediyelerinden birisi olduğunu düşündü.
Ama size söylemediği daha önemli bir şey vardı: Bulduğu adamın neredeyse yarısı yanmıştı. Peki o zaman saçları nasıl böyle tertemiz ve yumuşacık kalmıştı? Leyla bunu düşünerek adamın yanmış kulağına, yanağına, boynuna, ateşe atılmış bir pet şişe gibi yamulmuş koluna baktı. Adamın ayakkabılarının, hatta çoraplarının bile olmadığını gördü. Soyulmuş, dövülmüş, yakılmış ve çöp olmuştu muhtemelen.
Sonra ne oldu biliyor musunuz? İpek gibi bulutlar titredi ve açıldı, güneş yumuşak, tatlı ışıklarını çöpe döktü. Adamın bacağının yanında bir şey parladı, söndü. Pırıltı Leyla’nın gözünü kamaştırdı. Ama o çöplüğünün saçtığı pırıltılara alışıktı. Deniz gibi kokar ve pırıltıdan kamaşırdı çöplük. Denizi seyreder gibi seyrederdi Leyla çöplüğünü. Bir sır vermek gerekirse, parlayıp sönen ve adamın beline asılı duran, neredeyse bir metre uzunluğunda, gerçek bir kılıçtı. Sırrın kendisi, bu kılıcın bir samuray kılıcı olduğuydu. Ama inanın adam samuray değildi. Çöplükte bulunan adam Leyla’nın doğum günü hediyesiydi ve onu ayaklarından tutmuş çekerken Kraliçe ganimetinin yükte hafif olduğunu düşünüyordu.
Uçar gibi iniyorlardı çöp tepeciklerinin üzerinden. Söylemiştik ya, çöplük Leyla’nın avcunun içiydi. Neresinde insanı yutan derinlikte kuyular, neresinde çığ gibi insanın üzerine yıkılacak kütleler, hatta neresinde hazineler olduğunu bilirdi. Çöp kamyonlarının nereden geldiğini bilirdi. İstanbul’un zengin çöplerini getirenler, yoksulların sulu sepken çöplerini taşıyanlar. Şoförlerinden, plakalarından ziyade, homurtularından tanırdı kamyonları. Hatta kamyonların kendisine seslendiğini düşünürdü:
“Etiler-Ulus’un çöpünü yüklendim geliyorum Kraliçem. Dallamanın birisi bozuk olduğunu düşündüğü radyosunu attı, soğan kabukları üzerine geldi, şehrin çöp yağmacıları takışmaktan sabah vardiyasına yetişemeyince de radyo sana kaldı. Göbeğinden deşilmiş bir bavul, İngilizce bir atlas, güvelerin, bitlerin yuva yaptığı kuş tüyü bir yastık ve bir bebek ölüsüyle, bir ev kedisinin paraladığı muhabbet kuşu, sonra clabis tibus virüsüyle geberen Japon balıkları var. Gel Leyla, en güzellerini seç al! Gel Leyla, en güzellerini sana ayırdım! Gel Leyla, sen çöplüğümüzün kraliçesisin!”
Alışkanlıkları vardı çöp kamyonu şoförlerinin ve de kamyonların bilhassa. Zengin mahalleleri dolaşan hep daha öteye gider, şu virajı aldıktan sonra sırtındakileri boşaltırdı. Yoksulların naylon poşetlere bile konulmadan atılan çöplerini getirenler ise daha aceleciydiler. Onlar çoğunlukla çöplüğün girişine akıtırlardı pisliklerini.
“Böylece,” diyordu Fehmi, “Çöplükte bile sınıf farkı oluşuyor.”
Zaten bu zengin ve yoksul çöplerinin, çöplükte bile ayrışmasını fark eden de Fehmi olmuştu. Sabah, öğle ve akşam yemeğini temin ettikten sonra çöplüğü seyrediyordu. Leyla’ya deniz gibi görünen çöplük, ona kalabalık bir şehir gibiydi.
“Ama sanal,” diyordu Fehmi, “Sanal bir şehir.”
Durup, uzun uzun bakıp, cherry domatesler gibi kabarmış suratını kaşıyıp devam ediyordu:
“Gerçek olsa çekemezdim zaten.”
Nereden biliyordu Fehmi, sanal-manal böyle lafları? Ardında bıraktığı dünyayı çöpe atılmış, erimiş, ıslanmış, kırpık kırpık edilmiş gazete, dergi, kitap kesiklerinden takip ediyordu. Hoş, takip içinde bulunduğu o dünya da onun için sanaldı. Gerçek olan şey, çöplüktü. Ama bu onun lafı değildi. Leyla’yı çöplüğünün kraliçesi yapan Kama söylerdi bunu. Fehmi, Kama’nın veziriydi, yardakçısıydı, yardımcısıydı, kurmayıydı, soytarısıydı. Çöpten geçinenlerin –ki onlara Çöplük Biti derdi Kama– söylediğine bakılırsa Leyla gelene kadar buraya, arada arkasını da dönerdi ona.
Çöplük bu dünyaya, bu dünyadaki hayata hiç benzemeyen, ama bu dünyadaki hayatın özü olan bir dünyaydı. Elmanın çekirdeğini tükürürsünüz, işte o tükürdüğünüz asıl olandır. Hah, bu da Kama’nın lafıydı. Ama artık Fehmi söylüyordu. Leyla, Fehmi, Turist, Ejder, Tolstoy ve daha dokuz kişi çöplüğün koynunda yaşıyorlardı.
“Burası bir komün,” demişti Kama, Leyla’yı ilk getirdiğinde çöplüğüne, daha doğrusu krallığına. Ama komünün en güzel malını, Leyla’sını herkesle paylaşmaktan da kaçınmıştı. Üstelik Leyla’ya, “Çöplüğüme Kraliçe ilan edeceğim kadın doğru seçim mi?” diye küçük bir imtihan da çekmişti: “Komün nedir, biliyor musun?” diye sormuştu:
“Ortak hayat,” demişti Leyla.
“Aferin,” demişti Kama.
“Hatta komünizm de var!” demişti de gülmekten çöp kamyonunun arkasından fırlayıp E5’e cila olacaklardı.
Sonra “Canın hâlâ yanıyor mu?” diye sormuştu.
On üç yıl önce, Çapa Hastanesi’nin önünden, hastane artıklarını taşıyan bir çöp kamyonunun arkasına oturmuş gidiyorlardı işte. Tatlı bir sonbahar günüydü. Güzel, parlak, yumuşak ve bir hayli sıcak Ağustos’u andıran. Leyla iki yıldır sokaklardaydı ve dört-beş gün önce -tam tarihini de biliyordu Leyla, 12 Ekim 1990 gecesi, Taksim Gezi Parkı’nın altındaki tuvalette onu paramparça edilmekten kurtaran, hastaneye götüren, daha sonra daha büyük bir hastaneye götüren, ambülanslara bindiren ve kendisi gibi sokaklarda yaşadığı her halinden belli olan ama doktorlarla doktor gibi konuşup karşılarında bacak bacak üstüne atıp sorular sorabilen ve özellikle Çapa’daki bir doktora arkadaşı gibi davranan, adının Kama olduğunu öğrendiği adamla, onun krallığına gidiyordu. Şehrin tam göbeğinde, Taksim Meydanı’nda bulmuşlardı birbirlerini. Kama ne münasebetle şehirdeydi, şimdi tam hatırlamıyordu Leyla.
“Ben kobay, sen kurye,” dediğine göre Kama’nın, sokaklarda üstlendikleri işler vesile olmuştu tanışmalarına. Gerçi Kama İstanbul sokaklarının adamı değildi. O Kemerburgaz-Hasdal Çöplüğü’nün kralıydı. Her ay iş için inerdi İstanbul’a. Zaten bu gidişlerinden birisinden dönmemişti bir daha. Ama Leyla sokak kızıydı. Kabataş Parkı’nda barınıyordu. Kışın hemen yine oracıktaki caminin kubbeye çıkan merdivenlerinde yatıyordu. Taksim Meydanı’na ayda bir çıkardı. Hep bir şey aradığını düşünürdü Taksim Meydanı’na çıkışında. Ve her defasında, Leyla sallanır, dünya sallanırdı. “Bir şey arıyorum!” diye dolanırdı meydanı.
Bileğindeki kabuk bağlamış çentik ona aradığı şeyi hatırlatıyordu aslında:
“Küçük, minicik, neredeyse kum tanesi gibi duran, sidik sarısı hapların sahibini arıyorsun Leyla!”
Daha o sabah, o haplardan bir tane dilinin altına koyup onu bir güzel beceren, hapları alacak olanın gelip onu bulacağını söylerdi. Aranan Leyla’ydı ama o aradığını sanırdı. Bir şey aradığını düşünür, düşünür gözünü Gezi Parkı’nda açardı. Üzerinde bir serseri olurdu çoğu zaman. Arkasında diğer bir serseri sıra bekleyen. Kimi zaman onun arkasında bir tane daha, bir tane daha. Martıların çöplükte bir adam bulunduğunu birbirlerine müjdelemeleri gibi, leşten nasiplenmeye gelirlerdi. Çoğu küçük çocuklardı, kafaları iyiydi, kamışları kalkmaz, sümükleri akardı. Bazıları sadece sarılır, öperlerdi Leyla’yı. Ya da bebek gibi memelerine yapışırlardı. Süt annesiydi Leyla onların. Hamile değilken, bebek doğurmamışken emilmekten süt gelmeye başlamıştı göğüslerinden. O çocuklardan kimileri koynuna girip koklar, onun eliyle pek masumca kendilerini okşarlardı. Leyla’yı esas kanırtan kâğıtçılar ve şarapçılardı. O gün, gecenin bir vakti, nemli toprağın üzerinde kıvrılmış sokak çocuklarını emzirirken, en fenasına denk gelmişti. Onu görenler, “Kurt, Kurt” diye kaçışmışlardı. Kâğıt topladığı arabasını oracığa bırakmıştı Kurt. Gözbebekleri yok gibiydi ya da gözbebekleri iğne deliği gibiydi. Leyla yattığı yerden ona bakıyordu. Yatağında başını kaldırmış gibi duruyordu. Saçlarına kurumuş yapraklar takılmıştı. İki göğsü de dışarıdaydı. Göğüs uçları bugün topladığı kokinaların kırmızı topları gibiydi, küçücük ve emildikleri, dişlendikleri için kan oturduğundan kıpkırmızı. Bacakları aralık, kıçı donsuzdu. Leyla şikâyetçi değildi bu halinden. O kamışı bile kalkmayan çocuklar onu seviyorlardı. Leyla sokakların öncesinde –hafızasını kaybetmediği halde fazla hatırlamadığı– hepimizinkisi gibi hayatında olduğundan daha fazla sevildiğini düşünüyordu. Bildiği ve hatırladığı tek şey buydu; geçmişte hiç sevilmediği.
Kabataş Parkı’nda yatıp kalktığını haber alıp kendisini götürmeye gelen amca ve yengesine de söylemişti bunu. Yengesinin koluna iliştirdiği çantasına, bir elinde tuttuğu taba rengi deri eldivenlere bakarak söylemişti. Ya da söylediğini sanmıştı. Sokakta geçirdiği ilk kıştı, yengesi ağlıyordu. Ağlıyor ve amcasının dört beş adım gerisinde duruyordu. Yabani bir hayvanmış gibi Leyla’dan korkuyordu. Yeğeni üzerine doğru bir iki adım atınca çığlık atıp kaçmıştı kadın. Leyla çok sevildiği yeni hayatında bu kadar mı korkunç göründüğünü düşünmüştü sonra. Amcası,
“Bu soğukta nerede kalıyorsun?” diye sormuştu.
Caminin minaresini işaret etmişti Leyla. Gökyüzünü siker gibi yükselen minareyi. Bunu da sokaklarda yaşayan bir çocuktan duymuştu. Amcasının sorduğu soruya cevaben böyle söyleyemedi.
“Gelmeyecek misin kızım bizimle?” demişti amcası. Cevap alamayınca, bir an önce gitmek ve Leyla belasından, “Ben üzerime düşeni yaptım,” rahatlığıyla kurtulmak için, son kez:
“Burada mı kalacaksın?” diye sormuştu.
“Da” demişti Leyla, “Da, da...”
Amcası, o vakit çoktan rahmetli olmuş babasına daha çok benzemişti. Aniden sinirlenmişti. Bir tokat yapıştırmıştı ki yeğenine, topaç gibi döndürmüştü kızı. Döne döne, dalından kopan olmuş armut gibi yere düştüğünde, el yapımı altı taş gibi köseleden ayakkabısıyla çakı çakı vermişti karnına, alnına ve tam göğsüne.
Leyla ona “Vicdansız” demek istiyordu ama aklında kelimenin sadece Rusçası vardı. Zaten ağzı kan dolmuştu istese de konuşamazdı. Hıçkıran yenge kocasını kolundan çekerek:
“Sana bir şey olacak,” diye inleyerek arabaya bindirdi.
Leyla “Vicdansız”ın Türkçe karşılığını bulmuş, hatta, “Vicdansızlara bir şey olmaz!” diye cümle de kurmuştu. Bunu söylerken ağzındaki kanı boşaltmış, Kabataş Parkı’nın kıyısındaki kaldırımda yarattığı kıpkırmızı lekenin ortasında bembeyaz süt dişini görmüştü. Mermerden bir adacık gibiydi diş. Mermer Marmara Adası gibi. Sonra aklına Yakup Dede ve başka şeyler, başka şeyler, zincirleme düşünceler gelmiş orada kalakalmıştı. Korkak vatandaş ona elini sürmemiş yine sokak çocukları bir kenara taşıyıp, “O baban mıydı Leyla abla?” diye sormuşlardı.
Bir kez daha sevilmediği o hayata geri dönmediğine sevinmişti. Üzerine bir ağ atıp onu zorla götürebileceklerini bile düşünmüş, korkmuştu.
Leyla’yı bıraktığımız yerde, Gezi Parkı’nda, donsuz, bacakları açık yerde yatarken ve o Kurt denilen kâğıtçı ona yaklaşırken de aynı şeyi, üzerine görünmez bir ağın atıldığını hissetmişti. İki yılda kötülük ve belanın kokusunu alır olmuştu. Üstelik Kurt dört ayak üzerinde durur gibi eğilmişti yere, başını döndürüşü, sırtını yukarı doğru iyice kamburlaştırışıyla adıyla müsemma, bir kurt gibiydi gerçekten. Hayvani bir çığlık atarak, bir girdaba düşer gibi Leyla’nın bacaklarının arasına, kendisini çeken karanlığa daldı. Başı Leyla’nın mahrem yerine yapışmış, çenesi, o çıkık çirkin çenesi kıçına dayanmıştı. Ağzı, İstanbul’un Kabataş ve Taksim civarında sokakta yaşayan herkesin girip çıktığı deliği kavrayacak kadar kocaman açılmıştı. Ancak bir kurtun dişleri bu kadar keskin olabilirdi. Leyla sokaklarda neler görmüştü ama hiçbirisi canını bu kadar yakmamıştı. Sevildiğini bildiği sokaklarda hiç bu kadar incinmemişti. Çığlıkları Gezi Parkı’nın bütün kuşlarını havalandırdı. Belki parkın girişinde yirmi dört saat nöbet tutan genç polisler de uyanmıştı. Bir otobüs dolusu adına Çevik Kuvvet denilen polis vardı. Genç polisler muhtemelen meydana baka baka, güvercin gibi birbirlerine sokulup uyumuşlardı. Kollarını göğüslerinin üzerinde kavuşturup başlarını birbirlerinin omzuna devirip. Belki otobüsün çevresinde volta atıp bir sigara tüttürenler çığlıkları duymuşlardı. Ama bir şey yapamazlardı. ‘Ne oluyor?’ diye biraz öteye gidemezlerdi. Belki bu bir tuzaktı. O günlerde ortalıkta fink atan bombacılar çığlık atıp avlarını oraya çağırıyor olabilirlerdi.
Sokaktakilerin ezilmiş sigara izmaritinden ne farkı vardı? Onları kimse kötülükten korumaya yanaşmazdı. Kötülük ve pislik onlardı. Kurt bunu adı gibi biliyordu. Yine de tedirgin oldu. Başını Leyla’nın apış arasından çıkardı. Çenesine doğru kan sızıyordu. Leyla’yı kurumuş yapraklarla donanmış saçlarına yapıştığı gibi sürüklemeye başladı. Ardında incecik bir kan izi bırakarak sürükleniyordu Leyla. Bunun sokaklardaki son gecesi olduğunu düşündü.
Bu hayvan onu parçalayacaktı.
Sokaklardaki tinerci çocukları çiğ çiğ yiyen de bu hayvan olmalıydı. Ah, çocukların şimdi neden kaçıştıklarını anlamıştı.
Yıldızlar ve gece ne güzeldi. Sonra ağaçlar ve onların dökülmekte olan yaprakları, dallarında asılı kalmış son yaprakları. Belki ölüme gittiğini bildiği için böylesine güzel görünüyordu dünya gözüne. Hapın etkisi tam olarak geçmemişti muhtemelen. Ya da hapın uçurucu zerreciklerini taşıyan damlaların önüne çıkan bir kan pıhtısı sayesinde gerçeği bir anlığına da olsa görebilir hale gelmişti. Bugün Taksim Meydanı’nda o ışıklı dev reklam panosunda –hani şu televizyon gibi olanda– iki ünlü satranççıyı, Karpov ve Kasparov’u görmesi de hayal değildi. Leyla’nın Kurt tarafından parçalandığı, Kama tarafından kurtarıldığı ve Çöplük Kraliçesi ilan edildiği o gün, tarihi bir gündü. O gün 12 Ekim 1990’dı ve Karpov’la Kasparov New York’ta tarihi maçlarını yapıyorlardı. Leyla hapın bir anlık müsaadesiyle iki eski dostunu görmüş ve tanımıştı. İkinci partiyi oynuyorlardı. Kasparov, piyonlarıyla, e7 ile başlamıştı hatta başını çevirip Leyla’ya gülümsemişti. Ağzını açmadan gülümserdi Kasparov. Ağzı satranç tahtasının bir ucundan diğerine gerilmiş gibi. Karpov da piyonlarına davranmış e5 yapmıştı. Cılız gövdesini masadan uzaklaştırıp o da Leyla’ya bakmıştı. İkisi de Atatürk Kültür Merkezi’nin üzerine kurulmuş dev ekrandan Gezi Parkı’ndaki Leyla’ya bakıyorlardı. Hatta Karpov, “Da,” demişti, “Da, Leyla.”
Satranç insanlara az konuşmayı öğretiyordu. Bu, “Biz buradayız Leyla,” demekti. Hatta, “Sen neredesin Leyla?” diye bir soruyu da içeriyordu. Taşların, satranç tahtası üzerinde aldıkları uzun yolların bir harf ve bir rakamla yazılması gibi kısacık konuşurdu satranç oyuncuları.
Güçlü kuvvetli olduğu neredeyse serçe parmağıyla Leyla’yı sürüklemesinden belli olan Kurt tam ona parkın köşesini döndürmüş, merdivenlere doğru götürürken ışıklı reklam panosu daha iyi göründü. Pepsi reklamı sona ermiş, koca ekranı düşünen Kasparov’un kafası kaplamıştı. Ellerini yumruk yapıp şakaklarına dayamıştı. Bu onun düşünme biçimiydi. Hep böyle düşünmekten şakaklarında yumuşak iki çöküntü vardı. Leyla 1978’de Kiev’deki turnuvada, bayanlar liginde oynamayı reddedip erkekler liginde ona karşı oynarken ve üç hamle sonrasını hesaplamışken, şah kanadındaki piyon çoğunluğuna dayanarak etkin bir inisiyatif elde etmesi kaçınılmazken fark etmişti Kasparov’un şakaklarındaki çöküntüleri.
Ekrandaki Kasparov ezeli rakibi karşısında 21’inci hamlede siyah Fb7’ye büyük çarprazda pek iş kalmadığını düşünmek yerine İstanbul Taksim Meydanı’ndaki Atatürk Kültür Merkezi çatısına kurulmuş ekrandan gözlerini dikmiş, yerlerde sürüklenen arkadaşına bakıyordu. Kasparov öyle sessizdi ki Karpov gibi, “Da, da,” bile demezdi.
Ruhunu bizzat Allah’ın üflediği, bu sıradan işi meleklerine bırakmadığı bütün özel yaradılışlı faniler gibi sessizdi ve gözleriyle konuşabilirdi. Leyla onun dediğini çok iyi anladı:
“Nereye gidiyorsun böyle Leyla?”
“Bol şans!” diledi ona Leyla. Daha tek parça halindeydi ve elini kaldıracak gücü vardı, elini kaldırıp Botwinnik Satranç Okulu’nda geçirdikleri güzel günlerin anısına selamladı onu. Anne ve babası o muamma yumağı, teneke top haline gelmiş arabalarında Moskova yakınlarında bir trafik kazasına kurban gidip de Leyla ne olup bittiğini anlayamadan apar topar sınır dışı edilmek üzere siyah bir Çayka’ya tıkıldığında, arabanın penceresinden aynı ürkeklikte bir selam göndermişti evlerinin önünde onunla görüşmek üzere bekleyen Garri’ye.
Kurt, Gezi Parkı’nın ortasındaki boşluğa inen merdivenlerden tıkır tıkır indirmeye başlamıştı Leyla’yı. Bu yüzden Leyla tam karşısındaki ekranı tersten görüyordu. Bir kez daha bol şans diledi arkadaşına. İşte tam o sırada yeni bir hücum yolu bulup hamlesini yapan Karpov da belirdi ekranda ve bütün münasebetsizliğiyle: “Da,” dedi, “Da, da, bol şans!”
Sonra ikisi de görünmez oldular. Leyla kanının merdivenlerde çizdiği yolu izledi. Basamaklar bitmiş, umumi tuvaletin kapısına gelmişlerdi.
“Seni burada yiyeceğim,” dedi Kurt.
Bir omuz darbesiyle geceleri kilitlenen tuvaletin kapısını kırdı. Leyla’yı ıslak taşların üzerinde savurdu. Avı, suda seken taş gibi kaydı ve duvara yapıştı. Kurt, kurtluğunu hatırlamış, tekrar dört ayak üzerinde durmuştu. Kâğıt arabasını çekmekten besbelli kolları uzamıştı. Bunun avantajıyla göğsü o faşist partinin amblemindeki kurt gibi göğe doğru yükselmiş, çenesindeki kan da kurumuştu. Umumi tuvalet bir müsriflik abidesiydi. Bu bataklık gibi parka, tavanı aynalı tuvalet yapmak kim bilir hangi belediyecinin fikriydi. Ya taşlarına ne demeliydi? Botwinnik Satranç Okulu’ndan çıkma biricik Türk kızı Leyla’nın bu tuvalette iğfal edileceğini, iğfal edilmekten beter olacağını, parça parça edileceğini bilirlermiş gibi siyah-beyaz yer karolarıyla döşemişlerdi zeminini. Leyla, aylar önce amca ve yengesinin kendisini zorla götürüp bir akıl hastanesine kapattıklarını, delirdiğini ve delilik düşlerinden birisinde olabileceğini düşünmüştü. Ama gerçekten korkuyordu, korkudan ağlıyordu. Sokaklarda geçirdiği iki yılın sonunda ilk defa ağlıyordu. Yeni hayatındaki hiçbir şey onu bu kadar korkutmamıştı. Kama, çok sonra ağlama sesi duyduğunu, bir çocuğun ağladığını sandığını söylemişti ona. Kurt ağzından salyalar akıtarak geldi ve Leyla’nın kulağını ısırdı. Dünya Leyla’nın çığlıklarıyla titredi, titredi, titredi. Dışarıda dev ekranda devam eden satranç müsabakasının güçlü tarafı Kasparov, şakaklarına bastırdığı yumruklarını yavaşça açıp kulaklarını örttü. Karpov sıkıntıyla başını salladı. Tinerci çocuklar korkudan altına kaçırdı. Bir kedi ciyak ciyak kaçtı, kendini yola attı ve beş tonluk HAVAŞ servis otobüsünün altında paspas oldu.
Leyla’nın bir kulağı Kurt’un ağzındaydı. Gittikçe genişleyen bir kan gölü önce siyah kareyi sonra hızlıca beyazı kapladı. Leyla’nın kolları, bacakları acıdan savruluyordu. Birisi gövdesini iki omzundan kavramış yere çakıyordu. Ama görünürde kimse bunu yapmıyordu. Kurt kopardığı kulağı çiğniyor, başını zevkle kendi göğsüne sürüp duruyor belki tatlı tatlı uluyordu. Ağzındaki kulağı portakal kabuğuyla yapılan o oyundaki gibi dişlerinin üzerine getirdi, sonra da kulağı dişleyip tükürdü. Leyla’nın kopan kulağı iki metre kadar ilerideki klozetin, sidiklerin çizdiği ince düzensiz yollarla sararmış çatlak gövdesine çarptı, plastikmiş gibi zıpladı, zıpladı, ıslanmış tuvalet kâğıdı parçalarının üzerine düştü. Leyla’nın dişleri zıngırdıyor, göz kapakları korkudan kapanmıyordu. Kurt kurbanının apış arasına saldırdı. Oradaki yumuşak et parçalarını çiğnemeye bayılırdı. Leyla korkudan, yüksek dozda narkoz verilmiş gibi bayıldı. Sesi çıkmıyordu. Kolay teslim olmuştu. Güçsüzdü. Çocukken yediği havyarlar işe yaramamıştı. Kurt onu afiyetle yiyebilirdi. Boğazlanmış gibi bir ses çıkarıyordu şimdi Leyla. Ayakları trampet çalar gibi hareket ediyordu. Yok, daha acıdan bayılmamıştı. Geri alalım, sonradan Kama’nın da söylediği gibi, “Dayanıklı bir kızdı Leyla.”
İşte Kama onu bu halde buldu. Leyla’nın bugün çöplüğün zirvesinde bulduğu adamdan daha berbat bir halde. İlk işi Kurt’u duvara yapıştırmak, sonra da hâlâ sürmekte olan müsabakada Kasparov’un atının Karpov karşısında dört nala gittiği yolun aynısını, daha doğrusu gamalı bir haçı derin bıçak darbeleriyle onun karnına çizmek oldu. Çizdiği fiyakalı gamalı haça baka baka da bileğine zincirle bağladığı gerçek ve meşhur gürzünü salladı, salladı, karnında kızardıkça kızaran gamalı haçıyla inleyen Kurt’un göğsüne yapıştırdı. Bunu yaparken gürz derin bir yay çizdi, yayın ucu tepelerindeki aynaları kırdı ve incecik bir kristal yağmurunun başlamasına vesile oldu.
Kama, kendisine kızıl bir gül yaprağının üzerine yatırılmış parmak çocuğu anımsatan ve daha o anda bütün kalbiyle çöplüğünün kraliçesi olduğuna inandığı Leyla’yı kucakladığı gibi Taksim İlkyardım Hastanesi’ne götürdü.
Ne yazık ki çöplükte bulunan adamı götürebilecek bir hastane yoktu. Vücudundaki yanıklar ağırdı ama bu onu öldürmezdi. Düzlüğe çıktıklarında soluklanmak için durduğunda koydu teşhisini Leyla. Hanım evladı değilse ölmezdi, güçlüyse hayatta kalırdı. Bu hayatta ona layıksa gıkını çıkarmaz, dayanırdı. Daha doğrusu Leyla’ya gönderilmiş bir hediyeyse bu adam, Kama gibi bir şey olmalıydı. Bu düşüncelerinden tiz bir metal sesi uyandırdı onu. Güzel saçlı adam, sürüklenen bir top kumaş sesi çıkarırken buna; tınn, tınn, zınnnnn, cilonkkk diye bir ses eşlik etmeye başlamıştı. Leyla bizim bildiğimiz sırra o zaman vakıf oldu: Bu kılıç da neyin nesiydi? İlk düşündüğü, “Madem böyle bir kılıcı vardı, kendini niye koruyamadı?” oldu. Çöplükte bulunan adam neye teslim olmuştu? Sonra Kama’nın sahip olduğu o değerli taşlarla bezeli kama aklına geldi. Adını dünyayı dağıttığını söylediği gürzünden değil, dünyayı deştiğini söylediği kamasından alıyordu. Yoksa Fehmi ve Ejder ara sıra ona Cerrah diyorlardı. Pekâlâ adı Cerrah olabilirdi. Ama o kendisine Kama denmesini istiyordu ve kötülerin cerrahı olmaktan haz duyuyordu.
Belki de Kama’nın ruhu şu samuray kılıçlı, yanmış, yamulmuş ama bir prens gibi giyinmiş adamın bedenine girmişti. Son olarak bunu düşündü Leyla. Çok uzakta, barakasının önünde oturmuş her zamanki gibi çöplüğü seyreden Fehmi’yi gördü. Seslense ganimetini taşımasına yardım edebilirdi. Sürüyerek taşıyordu adamı. Sırtında da yanıklar varsa zavallının, ne beter olmuştu kim bilir?
“Ama o Kama’ysa dayanır,” dedi Leyla. En azından Kama’nın yerini alacaksa... Evet ona öyle geliyordu ki bu yanık asker çöplüğünün yeni kralı olacaktı. Fehmi, avını sürükleyen Leyla’yı görmüştü. Ejder, Tolstoy ya da Turist olsa şaşırır, meraklanıp koşar yetişirlerdi. Ama Fehmi’yi hayatta hiçbir şey şaşırtmazdı. O, yirmi bir yıl önce düşen bir yolcu uçağından koltuğuyla uçmuş, bir tepeciğin üzerine konmuş, gözlerinin önünde dağılan, parçalanan ve içindekilerle, içindeki güzeller güzeli karısı ve üç çocuğuyla yanan uçağı seyretmişti.
“Yerimden kıpırdamadan film gibi seyrettim,” derdi. “Sonra nedense başımı öne eğdim, bir de ne göreyim? Dizimin üzerinde salyangoz gibi, parlak, ıslak bir şey. İyice baktım ve bunun bir göz olduğunu anladım. Kendi gözlerimi yokladım. Benimkiler yerindeydi. Hem o ana kadar film olduğunu ya da bok püsür bir kâbus olduğunu düşündüğüm şeyi seyretmiştim. Akla bak, iki gözüm yerinde olmasa göremeyeceğimi sanıyordum. Keşke iki gözüm önüme aksaydı da göremeseydim. O göz benim değildi. Çocuklarımla, karımla birlikte ölenlerden birisinindi. Belki de karımın ya da çocuklarımdan birisinindi. Ama benim değildi.”
Hayatı, İsviçre’nin görkemli Alpler’ine çakılmadan önce, aynı ülkede sigortacıydı Fehmi. Sigorta şirketi karısınındı. Türk kırması dediği üç çocuğu vardı. Kazadan sonra üç ay bir ormanın kalbinde, bir klinikte yattı, yine de toparlanamadı. İstanbul’a geldi, yine olmadı. Kazadan eline geçen bütün tazminatı karısının ailesiyle kendi ailesi arasında pay etti. Parayı alanlar ihya oldu, güya ona iyilik ettiklerini düşünüp geçirdiği her sinir krizinde onu hastanelere kapattırdılar. Polonezköy’de çirkin hemşirelerle kliniğe dönüştürülmüş bir eve yerleştirildi. Kaçıp gitmek, durmak ve seyretmek, sadece anılarını aklından geçirmek istiyordu. O klinik evde buna müsaade etmiyorlardı. O da kaçtı. Soluğu önce Ümraniye Çöplüğü’nde aldı. Sonra oradaki çetelerle dalaşıp kendini bir gece Edirnekapı’da bir kuyunun dibinde buldu. Gökyüzünün toplu iğne başı gibi göründüğü kuyunun dibinden çıktı, Anemas Zindanları’ndaki âleme karıştı. Doktor da onu orada buldu. Kama ile tanışmasına Doktor vesile oldu. Kama onu aldı, oturup uzun uzun düşünebileceği kendi krallığına götürdü. Anlayacağınız Çöplük Krallığı’nda yaşayacak her bir insanı seçen, bizzat Kama’ydı. Onlar seçilmiş bir topluluktu. Kama gidip de dönmediğine göre, artık olmadığına göre, onun misyonunu Leyla üstlenecekti. Yeni seçilmişi paçalarından tutmuş getiriyordu. Bütün komünün ve Leyla’nın hayatını değiştirecek bu yeni üyenin gelişine ilk şahit olan Kömür’dü ki, o bir köpekti. Köpeğin yerinden kıpırdayamayacak kadar yaşlı olması gerekirdi ya, o da tuhaftı. Belki de ölümsüzdü bu garip insanların arasında. Muhtemelen o da seçilmişti ve bu yüzden böyle güzel ve akıllıydı.
Koşarak geldi Kömür. Metan gazı bulutlarının arasında, pırıl pırıl bir gökyüzünün altında, çöp sularıyla sulanmış, taş gibi basılmış toprağın üzerinde ayaklarını gergince açarak öyle güzel koşan sarı bir labrador. Leyla eğilmiş, bir çocukla kucaklaşmayı bekler gibi kollarını açmıştı. Kömür, bir çocukmuş gibi sarılmıştı Leylasına. Sarılmış ve bakmıştı omzunun üstünden Kraliçesinin taşıdığı ganimete. Sessizce gidip koklamıştı çöplükte bulunan adamı. Koklamış, koklamış Leyla’ya bakmıştı ismini hak eden kömür gibi gözleriyle. Leyla arkasında yaralı bir adamı değil, felaketini sürüklüyordu da haberi yoktu. Kömür bunu anlamıştı. Anlamış ve bunun için ağlamıştı.
“Ah karnın mı aç yavrum?” demişti Leylası da. “Doyurmadılar mı seni bu sabah? Martı leşlerini koymadılar mı önüne?”
Kaçıp gitmişti Kömür. Leyla’nın başına gelecekleri anlama yeteneği yoktu. Sadece satranç tahtası üzerinde görebilirdi geleceği. Rakibinin ustalığına göre hesaplayabilirdi on beş hamle sonrasını. Hayatta yapamıyordu hiçbirisini. Zaten bu yüzden yenilmiş, beyni bir anda geçici delilik hormonu serotonini salgılamış ve oyunu terk eden zavallı bir piyon gibi hayat dışına sürülmüştü. Ama unutmayın bildiğimiz hayatın dışına. Yoksa onun hayatı herkesten başka, herkesten kıyaktı. Öyle olmasa köpekler gibi sokaklarda, çöplükte yaşar mıydı? Bu soruların sırası mı şimdi? Bakın Fehmi geliyor:
“Bu ne?”
“Bir adam.”
Sıradan, basit bir açılışla oyuna başladığını düşünüyordu Leyla. Muhtemelen piyonunu sürmüştü ilk önce, Fehmi de aynı taşlarla başlamıştı oyuna. Ama belli olmazdı, bundan sonrası mektupla oynanan satranç partilerinde seçilen uzun ve zorlu açılışlara benzeyebilirdi ve nitekim öyle oldu:
“Her bulduğunu buraya mı getireceksin?”
“Her bulduğumu...”
Leyla piyonlarından vazgeçmiyor, savunmaya da yanaşmıyordu. Savunma güçsüzlerin işiydi. Leyla gözü kara hücumdan yanaydı. Kasparov da aynı şeyi severdi. Üstelik o futbolda da aynı şeyi yapardı. Rus Milli Satranç Takımı’nın futbol takımındaydı aynı zamanda. Topu alıp koşturur, Botwinnik de satranç tahtası başında bas bas bağırırdı:
“Burası futbol sahası mı Garri? Burayı futbol sahası mı sandın Garri? Ayağına topu alıp koşturur gibi taşlarını da koşturma Garri? Savunma nedir bilmezsen kuş beyinli bir futbolcu olursun sadece.”
Büyükustanın söyledikleri güldürürdü Leyla’yı. Bu defa diğer hücumsever öğrencisine dönerdi tatlı adam Botwinnik:
“Ya sen küçük hanım? Futbol oynamıyorsun biliyoruz ama Tolstoy’un Anna’sı gibi herkese karşı hücuma geçersen kendini trenin altında bulursun. Anna Karenina savunma nedir bilseydi, Aleksey’i boşanmaya ikna edip Vronski’yle evlenebilirdi!”
Leyla, Fehmi’nin karşısında üşüdü, üşüdüğü için ürperdi. Biraz önce hayallerinde Botwinnik’den işittiği azardan sonra Moskova’nın eksi otuz derece soğuğunda eve kadar yürümüştü. İçi samur kürklü paltosu onu ne kadar sıcak tutabilirdi? Kaldı ki kanlı canlı bir samur bile bu soğukta bir buçuk saat yürüse kanı donardı. Ama yine de Kasparov gibi hücumsever olmaktan vazgeçmedi. Satranç tahtasının başında da, 29 Aralık 2002 Kemerburgaz–Hasdal Çöplüğü Krallığı’nın Kraliçesi olarak Fehmi’nin karşısında da:
“Her bulduğumu getiririm. Kama’nın her bulduğunu getirmesi gibi.”
Fehmi ki ne akıllı ne dikkatli ne de sezgileri kuvvetli bir adamdı. O ki gözlerinin önünde parçalanan uçağı seyrettikten sonra başını eğip dizinin tam üzerinde sahibinden kopmuş, ama akmadan, dağılmadan gelip oraya konmuş insan gözünü görmüştü. Yine de ima edilen şeyleri anlamakta güçlük çekerdi. Anlamamıştı bir zamanlar Kama tarafından bulunup çöplüğe getirildiğinin kendisine hatırlatılmak istenildiğini. Bu tebaanın teker teker seçilip buraya yerleştirildiğini unutuvermişti. Salak, kendisini burada doğmuş zannediyordu! “Gerçi insan sokaklara alıştığını düşünemezdi. Orada doğduğunu, hep orada olduğunu sanırdı,” bu da Kama’nın sayıklamalarındandı.
Leyla çöplükte bulduğu adamı sürüyerek oradan uzaklaşırken, “Nereye?” diye sordu Fehmi. Koca bir uçakla birlikte İsviçre Alpler’ine çakılan, kurtulan bir adamdan, yirmi yıl önce başlayan yeni hayatında böyle manasız bir soru beklenemezdi.
“Bizler ermişiz, bizler filozofuz, bizler tevekkül etmiş canlarız...” diye boşuna vaaz vermezdi Kama onlara. O vaaz sırasında Turist’in “Tevekkül nedir?” diye sorması kadar saçmaydı, “Nereye?” sorusu.
Leyla’nın cevabı okkalı bir tükürüktü. Sinirlenince tükürmekte, o çevik hayvanlardan; lamalardan sıkı tükürmekte üstüne yoktu. Bakın Turist o lamaları And Dağları’na yaptığı gezisinde bizzat görmüş hatta bir tanesinin tükürüğünü suratının ortasına yemişti. Zaten o söylemişti Leyla’nın tükürüklerinin daha okkalı, daha kişilikli olduğunu. Leyla da bugün kırkını bitirdiği hayatında topu topu beş kere tükürmüştü aslında. Beşincisi buydu da, ilki sokaklara düşmesine vesile olan tükürüktü. İçindeki delilik kıvamlı bir tükürükle akmış, tokat gibi inmişti asker bozuntusu kayınpederinin suratına. Muhtemel bir çıkış, bir kaçış fikri bulduğunda, kendisini kolaylıkla yok edebilir sandığında, bütün evreni tükürebileceğini düşünürdü Leyla.
1988 yılının Nisan ayında politikadaki kirli kariyerini yükseltme hırsındaki kayınpederi emekli general Fahir Bulut ve eşi Nergis Bulut hanımefendinin döşediği evlilik evinde, kayınvalidesinin seçtiği boğum boğum tüllerin, brokar perdelerin huzurunda, kristal avizelerin ışığında bütün hakikatlerin kendisine karşı olduğunu anlamıştı. Bu dünya elinden her şeyi almıştı. Kendisini yok etmesini engellemeye kimsenin gücü yetmezdi. Leyla, kendisine ve derbederlikle evlilik yatağına savrulmuş gövdelerin en güzeli olan kocasına “düzen” adını verdiği bir hayatı armağan ettiğini söyleyen kayınpederinin suratına tükürerek inmişti bu dünyanın tahtından. Sokağa da işte böyle düşmüştü. Ama bunu yapmadan –tükürmeden– önce kapıda ne yapacağını bilmez bir vaziyette durmuştu uzunca bir süre.
Kendisini sokaklara atıp –şimdilik– Çöplük Kraliçeliği’nde son bulacak yeni hayatına adım attığı o gün, Corus Turnuvası’na katılmak üzere Reykjavik’e gidecekken, havaalanından döndürmüşlerdi onu. 1981’de Moskova’dan beraberinde getirdiği ekose bavulu elinde dönmüştü Maçka’daki evlilik evine. Ah, o ekose bavul nelere şahit olmuştu, daha da olacaktı: KGB’nin kibar, profesyonel adamları tarafından anne babasının ölümü sonrasındaki sorgu dönüşü sadece özel eşyalarını yanına alabileceği söylenilmişti ona. Leyla bavuluna ne koyacağını bilememişti. Bavulu yatağının üzerinde açık öylece kalakalmıştı. Elbiseler, donlar, çoraplar gelmişti sonra aklına. Günlükler, Botwinnik’in hediyesi katlanabilir satraç tahtası, fotoğraflar, kitaplar hepsini unutmuştu. Onu gözeten KGB görevlisi, yerine konmayacak değerdeki şahsi eşyalarını alması için uyarmıştı. Bunu nasıl yapmıştı? Hah işte şurada, hafıza çöplüğünde Leyla’nın kocasını ilk gördüğü anın altında ezilip kalmış. Yardım edin çıkaralım şuradan, KGB ajanının bavulun içindeki bluzlardan birisini çekip boşlukta asılı bırakması ve “Bunlardan yok mu memleketinde?” diye sorma anını. Leyla’nın var anlamında “Da” demesi. “Da...da...” demesi ve KGB ajanının kendinde de herhangi biri kadar kötülük olduğunu hissettirir biçimde bakması, ekose bavulun başında öylece bakakalma anı. Sonra, sonra Leyla sorguda kendisine yöneltilen sorular ve verdiği cevaplarla gereksiz eşyalarla doldurduğu ekose bavulu gibi şişen kafasını güçlükle taşıyormuş da bundan dolayı “Da, da” diyerek durumu geçiştiriyormuş gibi hareket etti. Sarsak, şaşkın, belli ki çok yorgun, izin verseler 1988 yılının Nisan ayında kayınvalide ve kayınpederinin döşediği evlilik evinin kapısında bakakaldığı gibi kalmak, asılı kalmak, durmak isterdi. Dünya onun dışında dönsün, zaman geçsin, insanlık ve tarih onu orada unutsun isterdi. (Bunun sokağa düştüğünde gerçekleştiğini fark edip mutlu olacaktı.)
Moskova’dan ekose bavulunun içine doldurup getirdiklerinden çoğu Türk gümrüğünde takılı kalmıştı. Gümrük görevlisi katlanabilir satranç tahtasını ve fotoğraflarla dolu kutuları ayırmış, kitaplara hatta kril alfabesiyle kaleme alınmış günlüklere –bir tanesinin üzerinde satranç oynayan Lenin fotoğrafı vardı, içinde de bulunmaz oyun notasyonları– el koymuştu. Ekose bavuldan çıkanlar karşısında tedirgin gümrük görevlisi; “Bunlar ne?” diye sormuştu Leyla’ya. Bu masum şeyler onu buradan işkenceye, ayak tabanları patlatılıp bir güzel becerildikten sonra da cezaevine göndermeye yeterdi. Gümrük görevlisi Leyla’yı karşılamaya gelen amcanın tatlı bahşişiyle insafa geldi. Oysa 1981 kışında memleket Nâzım Hikmet şiiri karşısında bile insafsız olabilenlerin diktasındaydı. Bugün, yarın için hep komiktir.
Leyla’yı götürmeye gelen amca ve yengesini –hafıza çöplüğünüze birkaç sayfa önce düşen amca ve yenge; bir tokatla topaç gibi çeviren, yeğeninin bir dişini eksilten, o eksilen dişi bir kan denizinin içinden mermer Marmara Adası gibi çıkartan, amca, elinde taba rengi eldivenleriyle kocasının arkasında dikilen yenge– korkutan da bu olmuştu. İstanbul’a geldiği günün gecesi elinde içinde sadece aile fotoğraflarının kaldığı ekose bavuluyla bir bela yumağı, ateş topu, komünist parçası gibi Bebek Oteli’ne yerleştirilmişti Leyla.
Ford Taunus marka aracın direksiyonundaki amca, yanında başında şeffaf, naylon yağmurluk başörtüsü diyebileceğimiz, üzerinde hâlâ elmas parçaları gibi parıldayan arada ağır ağır kayıp düşen yağmur damlalarının olduğu başlığıyla oturan, yağmur başlığının altından soğan rengi mizanpilili saçları seçilen yengeyle konuşarak varmıştı bu karara. Arka koltukta sadece dilsiz ekose bir bavul varmışçasına aralarında rahat rahat tartışmışlardı .
Silecekler bir o tarafa gidiyordu, yenge koltuğuna hafifçe yerleşip;
“Gümrükte çantadan aldıkları kitaplardan birisini evde bulsalardı? Ah mazallah...” Silecekler bir bu tarafa gidiyordu, amca vitesi değiştirip;
“Her gün kapıya polis gelecek, tahakküm altında bulunacağım. Yook bana göre değil.”
Silecekler ne tarafa gideceklerini, ne tarafa yetişeceklerini şaşırıyorlardı:
“Bebek Oteli’ne yerleştiririz. Parasını da göndeririz. Tembihleriz. Sen sağ, ben selamet...” En tepe noktaya varmışken tutukluk yapıyordu silecekler. İnsanlardan çok satranç taşlarıyla muhatap olmaktan eşyalar, saatler, mekanik dünya daha çok ilgisini çeken Leyla’nın tespitiydi bu. Sileceklerin tutukluğu iki saniye kadar sürüyordu:
“O da masraf, o da yük bize...” diyordu yenge.
Sileceklerin mütemadiyen takip ettikleri dönüşler gibi çiftlerin kafaları da zamanla silecekler gibi işler. Sileceklere yağmur, evlilere hemfikir oldukları bir mevzu verin aynı ritimde sürdürürler konuşmalarını. Biz gelecekte en çok işimize yarayanını çekip alalım ve buraya yazalım isterseniz. Amca söylüyor bunu:
“Ne yapalım yani, sokaklara mı düşsün?”
O an Leyla’nın sokaklara düşüşünü kolaylaştıracak tramplenin inşasına başlanmasından daha mühim bir şey oldu. Leyla nesnelerin sesini duymaya başladı. Silecekler, “Düş-sün, düş-sün, düş-sün, düş-sün” dediler.
Ah Leyla, kendini avutmaya, oyalamaya meyilli zavallı kız. Kafası, bir otele terk edileceğinden çok, satranç taşlarının da sesini duyup duyamayacağını merak ediyordu. Bu yüzden yanı başındaki ekose bavulunun derin iç çekişini cansız nesnelerin sesini duyduğu ikinci an olarak kaydedemedi bile. Bebek Oteli’nin resepsiyonunda amcasının, “En ucuz oda, hatta personel odası,” isteklerini duymadı. O anda cehennemin dibine gidecek olsa, tek merakı satranç taşlarının sesini işitip işitemeyeceğiydi. Bu merakla uğurlamıştı amcasını ve başında yağmur başlığı otelin önünde park etmiş arabanın içinde oturan yengesini. Vedalaşma yerine geçebilecek, iki yabancı gibi tokalaşmışlardı resepsiyonla pazarlığı bitiren amcasıyla. Resepsiyonu işaret edip, “Onlara sor, onlara söyle,” diyordu amcası. Bundan sonra senin ailen bir resepsiyon. Ama siz de biliyorsunuz ki hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilen değil, insanlar arasında acı çekendir. Leyla’yı kederlerinin ve acılarının oluşturduğu yeni evreninde ekose bavulu ayaklarının dibinde bulan böyle birisiydi işte. Leyla’nın nedenini bilmediği ama vücudunun pekâlâ bildiği yalnızlık, korku, heyecan, panik gibi durumlarda kanayan burnu görevini yapmıştı. Şakır şakır kanamaktaydı otelin geometrik desenlerle bezeli halısının üzerine. Nefesi kötü kokan ama altın gibi bir kalbi olan, babası ülke yönetimine el koyup, komünist çocuk avcılığına çıkmış askerlerin önde gideninden, komşularına rahatsızlık veren ve şikâyet konusu olan alkolikliği yüzünden Bebek Oteli’ne yerleştirilen general çocuğu Haluk’tu onu terk edildiği yeni evreninde burnu kanarken bulan. Burnundan fışkıran kanlar, otel halısıyla ekose bavul üzerine kardeşçe pay olmuştu.
O günden, Haluk’un evlilik yatağında derbeder yattığı ana dönelim isterseniz. Leyla’nın hafıza çöplüğünde çoktan bir kenara ayırmıştık o özel anı. Hatta hafıza çöplüğünü deşmeye de oradan başlamıştık. Kapıda ayakta duruyordu Leyla. Üzerinde bizim kan lekesi olduğunu öğrendiğimiz –artık çok zor seçilen– lekenin bulunduğu ekose bavulu yanı başında. Havaalanından döndürülme nedeni konusunda o da sizin gibi düşünüyordu: Özal hükümetinden bakanlık bekleyen kayınpeder o “kominist oyunu” dediği satrancı bırakmasını tıpkı oğlu Haluk’un alkolü bırakmasını ister gibi istiyordu. 1983’te kendisi gibi asker olan Turgut Sunalp’in –tarihe, 12 Eylül işkencelerinde cop yerine bizim taş gibi askerlerimiz dururken açıklamasıyla geçen şahsiyet– partisinden politikaya atılmayı kafasına koyduğunda ilk işi bu sefilleri Bebek Oteli’nden alıp onlara bir politikacı çocuğu yuvası döşemek olmuştu. Gerekli olduklarında ailece poz verilmişti. Bir gazetenin kadın eki için “Bugünkü Yemeğimiz”i milletvekili adayı eşi olarak Nergis Hanım ve gelini Leyla yapmışlar, mutfakta ilk kez boyunlarına taktıkları önlükleriyle poz vermişlerdi. Milletvekili adayı olunan il vesilesiyle; Erzincan’dan Pişkili Pilav.
Pişkili Pilav tarifinin üzerindeki fotoğraftaki Leyla kimdi? Tek bir gazete Leyla’nın babasının Türk Konsolosluğu’na memur olarak atanması nedeniyle 1969 yılında ailesiyle Moskova’ya yerleştiğini, satranca aynı yıl babasının odasında bulduğu satranç takımıyla kendi kendine oynayarak başladığını, üstün kabiliyetinin kısa zamanda anlaşıldığını, 1973 yılında eski satranç şampiyonu Botwinnik’in antrenman seminerlerine kabul edildiğini, Kasparov’la aynı dönemde öğrenci olduğunu, 1978’de Sovyetler Şampiyonluk Turnuvası’nda oynamaya hak kazandığını, bayanlar liginde oynamayı reddettiği şampiyonada Kasparov’un ardından 10. olarak dikkatleri üzerine çektiğini, ancak unvanının SSCB vatandaşı olmadığı gerekçesiyle onaylanmadığını, turnuvaya katılmasının skandal olarak nitelendirildiğini, Botwinnik’in turnuvaya katılma şartnamesinde vatandaşlık kuralının bulunmadığını söylemesi üzerine sayesinde turnuva şartnamesinin yeniden düzenlendiğini, 1981’deki şampiyonluk turnuvasına katılabilmek için vatandaşlık başvurusunda bulunduğunu, Kremlin’den başvurusunun kabul edileceği yönünde işaretler almışken anne ve babasının şüpheli bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiğini, babasının CIA adına çalıştığı yönündeki iddialarla zor durumda kaldığını, aynı yıl sınır dışı edildiğini, Rusya’da maruz kalmadığı sorgulara 12 Eylül’ün gölgesinde kendi vatanında maruz kaldığını, yıllarca takip edildiğini, telefonlarının dinlendiğini, yakın akrabalarının Türkiye dönüşü onunla görüşmekten çekindiğini, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne kaydolduğunu ancak devlet tarafından sakıncalı bulunduğundan okul yurdunda barındırılmadığını, 1983’e kadar Bebek Oteli’nde yaşadığını, okulu yarım bırakıp dünyanın dört bir tarafındaki ünlü satranççılarla mektuplu satranç partileri oynadığını yazmadı. Politikada gencecik delikanlıları sürüm sürüm süründürmekten, komünistlerin boğazına basmaktan daha hırslı olan kayınpeder, “Allah’tan” diyordu, “Allah’tan birilerinin kulağına fısıldanmadı bu tuhaf geçmiş.” “Ah” diyordu, “MİT’in elinde bütün bu bilgiler. Bakan olmamı bekliyorlar. İntikam yemeğinin soğumasını bekliyorlar.”
Oğlunun alkolikliğini gizlemek daha kolaydı: Yan etkisi çükü kaldırmamak olan yatıştırıcı ilaçlar, koma haline geldiğinde zaptedilmesine yarayan kayışlı sedyeler, ağzı kapatan koli bantları, insan arasına çıktığında ayaklarını yerden kesen uyarıcılar ve pek tabii Haluk kimya profesörü olduğundan, okumaktan, çalışmaktan, buluşlar yapmaktan bu dünyada değil palavrası. Bu palavrayı desteklemek için İsviçre laboratuvarlarından parayla satın alınan işe yaramaz ilaç formülleri. Sonra, Özal’ın son gözdesi, sıkıyönetim hükümetinin unutulmaz ismi, emekli general Fahir Bulut’un oğlu Haluk Bulut’un son buluşu: Kelliğe çare merhem, körlüğe çare damla, kansere ilk darbeyi vuran serum, felçlilere özel iğne.
Kayınpeder oğlu ve gelinine arzu ettiği geçmişi yarattıktan sonra sıra geleceği yaratmaya gelmişti: “Eee bir torun lazım size,” demişti parti başkanı Turgut Özal’ın karısı. Bulut’ların İstanbul’daki evine çaya gelmişlerdi. Aynı yıl gerçekleşecek Özal suikastına daha üç ay vardı. Özal’ın Leyla’ya dönüp, “İyi bir diplomattı ama sakıncalı işler yaptı babanız,” demesi üzerine sohbet kesilip Fahir Bulut fazlasıyla gerilip, kayınvalide Nergis Hanım sesli bir biçimde burnundan soluk alıp vermeye başladığında, First Leydi kısa, şiş parmaklarıyla fiyakalı gözlük çerçevesini düzeltip ortalığı yatıştırmak maksadıyla açmıştı “Bir torun” meselesini. Özal, Divan Pastanesi’nden sipariş edilen çikolatalı pastasından kocaman bir parça alıp, “Çok seviliyor sıpalar,” demişti. Leyla’nın yine burnu kanamıştı.
Fahir Bulut’un politik geleceğini elinde tutan misafirler gittiğinde, Leyla burnunda kanlı tamponlarla, önü kan lekesiyle bezeli bluzuyla bir köşede otururken, hırsı dünyaları kucaklayacak kadar genişleyen kayınpeder, “Yapabilir mi bu it çocuk?” demişti.
Haluk yirminci viski bardağını kafasına dikmişti. Ağzının kenarından iştahla içtiği viskiler bir yol bulup sızmaya başlayınca annesini çıldırtan görüntü tamamlanmıştı. İnsan çok yufka yürekli olursa Fahir Bulut’a acıyabilirdi. Şimdi de bakan olabilmesi için torun sahibi olması gerektiğini düşünüyordu. Bunu sesli sesli düşünüyordu:
“Göndersek bunları Amerika’ya, buradan bir bebek bulup versek döndüklerinde kucaklarına, sen güzel bir bebek odası hazırlatsan, gazetecileri çağırsak, bir erkek bebek olsa, adını Turgut koysak...”
O günkü konken partisi yatan Nergis Hanım, “Daha neler” diyecekti ki, başını, hâlâ durmayan kanamayı engellemek için halk arasında yanlış bilinen ilk yardım yöntemiyle geriye atmış vaziyette duran Leyla, “Amerika yerine Moskova olsa...” demişti.
“Siktirtme Moskova’nı!” kibar bir cevap sayılmazdı. Bilinmez belki Fahir Bulut oğlunun yerine gelinini kendisinin becerebileceğini düşünmüştü.
Katılıyorum, herkes kendi hikâyesini kendi bildiği biçimde anlatmalı. Bu konuyla ilgili son olarak Fahir Bulut’un politik başarısı için yanlış detaylarla ilgilendiğini söyleyebiliriz. Evet ama hâlâ Leyla’nın sokağa düştüğü 1988 yılının Nisan ayının, o anın sonuna gelemedik. Ayakta, kapıda Reykjavik yolundan niye alıkonulduğunu öğrenmek istiyor. O kadar emin ki kayınpederinin “Oynama şu komünist oyununu,” diyeceğinden, “Tek başına oynanmaz mı bu oyun?” diye soracağından. Leyla’nın hafıza çöplüğünde Marmara Adası’nda, on iki yaşındayken bu soru minvalinde ilerleyen bir anısı vardı. Belki şaşıracaksınız ama kayınpederinin vaktiyle sorduğu bu soruya, Yakup Dede’ye verdiği cevabın tam tersini vermişti Leyla, “Aşk gibi satrançta da bir eş gereklidir.” Soru da cevap da kayınpederinin bir torun planları yaptığı, Leyla’nın Moskova’sını sikmeye kalkıştığı günlerin akabine tekabül etmişti. Yani, yani Leyla bu cevabı verdiğine çok utanmış, kayınpederinin müstehzi bakışından rahatsız olmuş, elinde olmadan, istemeden bir işaret çaktığını sanmıştı. Neyse, Reykjavik’te Kasparov’la yapacağı gösteri maçından sonra dönmeme niyetindeydi Leyla. Kocasıyla geceden vedalaşmışlardı.
“Git,” diyordu Haluk, “sen kurtul o faşistin elinden!”
Mavi gözlerinin içinde kanlı bir harita çiziliveriyor, endişeyle karar değiştiriyordu:
“Gitme, muteber olmayan bir evrende başkaldırının anlamı olamaz.”
Birlikte gitmek istiyordu Leyla. Birlikte kurtulmak. Önce, “Evet,” diyordu Haluk, sonra “Hayır.”
Bir kez daha “Evet,” son kez “hayır,” yarım şişe JB’den sonra gülerek bir “evet” daha, sarsılarak ağlarken; konyak, viski, rakı karışımı gözyaşları saçarken etrafa:
“Hayır Leyla! Küçücük bir ülkesin sen bir faşistin elinde.”
Uyuyup uyanıyordu Haluk. Önlerindeki parka, ağaçlara bakıyordu hiç sesini çıkartmadan. Arada yutkunmasından, bir şey söyleyecekken vazgeçmesinden dolayı ağzının tatlı şapırtısı duyuluyordu. Deli deli gülüyordu tam ağlamaklı olmuşken, Maçka Parkı’nın üzerinden gözüken Boğaz’ı seyrederken:
“Bebek Otel’e yerleşelim tekrar. Bütün dünyayı arar, orada saklandığımızı aklına getiremez. Bak görürsün getiremez.”
Leyla sarılıyordu alkolün ve babasının kuruttuğu Haluk’a. Yok olacak gibiydi kollarının arasında sevgili kocası.
“İki hayat acemisinin başına da ancak bu gelebilirdi.”
Kama, şimdi sizin tanık olduğunuz bu anı, hafıza çöplüğünden çıkarılıp kendisine sunulduğunda böyle söylemişti. İşte o iki hayat acemisinden birisi sabaha kadar gözünü kırpmayıp arada evlilik yatağının üzerine kendini atmış eşine gidip bakarak beklemişti. Sabaha karşı yatak odasının kapısında durmuştu Leyla, tıpkı eve geldiğinde, Reykjavik yolundan döndürüldüğünde Faik ve Nergis Bulut’un karşısında durduğu gibi. Haluk’un başucuna kadar gitmişti sonra. Dokunmak için elini çıplak omuz başının üzerinde tutmuştu. Elini soğuk ısırmış, Leyla ürpermişti. Yüzüstü yatıyordu Haluk. Tıpkı çöplükte bulduğu adama yaptığı gibi onun da hayatta eline değen en yumuşak şey olan saçlarını okşamıştı. Saçları soğuk bir rüzgâr yemiş gibiydi. Hâlâ o rüzgârı saç diplerinde saklıyormuş gibi. Yine burnu kanamıştı.
Yolundan döndürüldüğünde, kolunda taşıdığı balık sırtı paltosunu Nergis Hanım’ın zevki berjerin üzerine atmıştı. Bir eliyle kapı koluna tutunmuştu. Hem yatak odasını görüyordu olduğu yerden, hem de salonda karşılıklı oturmuş hayat mahvedicilerini. “Hayat Mahvedicileri,” Haluk’un on iki yaşında anne ve babasına verdiği isimdi. Onlara çok uygundu. Leyla geri döndüğü için pişmandı. Havaalanında 104 numaralı kapıda beklerken kendisini götürmek üzere gelen ve kibarca belindeki silahı gösteren iki beyefendinin omuz üstünden uçuş bilgilerini gösteren ekranı görmüştü. Ekran hem fısıldamış hem yazmıştı:
“Haluk.”
O başdöndürücü taklayı atmış, o kanat çırpışı gibi sesi çıkarmıştı harfler. Değişmemişti isim. Bir şey olduğuna kanaat getirdiği için dönmüştü yolundan.
“Ah,” demişti FİDE başkanı, “Nereye gidiyorsunuz Leyla?”
Bütün turnuvaları izleyen, Cumhuriyet gazetesi satranç köşesi yazarı sormuştu:
“Gitmeye mi zorlanıyorsunuz Leyla?”
Ortalıkta yaşam belirtisi bırakmayan bir gaz taşıyan rüzgâr esmiş, bir ateş evreni katederken oraya da uğramış gibiydi. Ona kalan yaşam, aklının kalanını yok edecekti. Ardından bakan bütün insanlar, dünya, varolan hayat, avazı çıktığı kadar bağırmıştı. Ses yok olmuştu. Leyla kimseyi duymadı, yürüdü gitti. Öyle sessizce gelmişti evlilik yatağında yatan kocasını ve salonda bekleşen hayat mahvedicilerini görebildiği noktaya. Elini kapı koluna attığında, “Kesmiş kol ağızlarındaki markaları!” diye bir çığlık atmıştı Nesrin Hanım.
Leyla o zaman satranç münasebetiyle o gün Cumhuriyet gazetesinin satranç köşesinde şahsıyla ilgili çıkan övgü dolu yazı dolayısıyla sorguya çekileceğinden emin olmuştu. Üzerindeki lacivert yünlü elbiseyi kayınvalidesi vermişti. Kollarında, ait olduğu markayı, Christian Dior’u simgeleyen CD harfleri ve eşşek kadar birer inci vardı. (Yakalardan, kollardan sallandırdığı incileriyle ünlü Chanel isimli giyim markasının “Beni taklit ediyorsun,” diye Dior’un tepesine binmesine sebep olan model.) Boris Spassky ile Paris’te yaptığı bir gösteri maçında da aynı elbiseyi giymişti. Elbisenin kol ağızlarından sallanan altın kocaman harfler, karşısındaki büyükustayı sinirlendirmişti. Spassky dikkatinin dağıldığı gerekçesiyle karşılaşmayı terk etmişti. Utanmıştı Leyla. “Elbise benim fikrim değil,” demişti hayatta kendisine tek bir çöp almayı beceremez bir şaşkın olarak, İstanbul’a bir kış günü gelmiş olmasını müteakip yaz mevsimi boyunca konçlu çizmeleriyle dolaşmış bir unutkan olarak, insanlar arasında yaşamaya çalışan ruhani tuhaf bir varlık olduğunu bilmeden...
Amcasının otele geldiği hesap ödeme günlerinden birisinde tesadüfen karşılaşmalarının ertesi, –ayağında yaz günü konçlu çizmelerle– resepsiyondan içinden keten bir çift ayakkabı ve penye bir elbisenin çıktığı paket tutuşturulmuştu eline. Yaz bitip de kış geldiğinde bu defa keten ayakkabılar ve o elbise çıkmamıştı üstünden. Kışın o haliyle amcasından önce yengesiyle karşılaşmıştı. Postaneden dönüyordu, amcanın Ford Taunus’u yine otelin önündeydi, yenge içindeydi. Hayret yine yağmur yağıyordu ama yengenin muhteşem yağmur başlığı yoktu. Önce ayaklarının bir şeyin çekim alanına girdiğini hissetti. Kendi isteği dışında ayak parmaklarının, özellikle sol ayak serçe parmağının, topuklarının kıvrım kıvrım kıvrıldığını hissetti. Rahat değiller miydi sırılsıklam olmuş keten papuçların içinde? Pabuçların ihaneti söz konusuydu: Söylemeliydiler bir çift gözün çekim alanına girdiklerini. Leyla kendisini sürükleyen ıslak keten ayakkabılar yüzünden yengesinin gözünün önünde durmuştu. Şaşkınlıkla bunu yapan burnu delik haylaz ayakkabılarına bakıyordu. Yenge başını çevirmişti. Leyla onu hayran olduğu yağmur başlığıyla görmek isterdi.
Tuhaf kız!
Otele girdi ve amcasıyla karşılaşmadan odasına çıktı. Islak ayakkabılarını kaloriferin üzerine koydu. Bunu yaparken pencereden baktı. Cadde tarafındaydı odası. Bu sayede görebildi amcasının Ford Taunus’una bindiğini. Bindiğini ama çalıştırmadığını. Çalıştırıp basıp gaza gitmediğini ve tekrar indiğini. Daha ne kadar aşağı baktı bilinmez ama kapı çalıp da kapıyı açtığında karşısında amcasını gördü:
“Yengeni üzmeye utanmıyor musun?”
Çamurlu suların tortularını boğumlarına, aralarına bıraktığı yaramaz ayak parmakları ıslak topraktan çıkan solucanlar gibi keyifle kıvrıldılar:
“Yok mu senin kışlıkların? Bana kaça mal oluyorsun biliyor musun? Bir de gardırop mu döşeyeceğiz senin gibi bir belaya? İstediğin bu mu? Yazıklar olsun!”
“Unuttum,” demişti Leyla amcasının arkasından. Kapı çoktan çarpılmıştı suratına ya, ondan sonra kurabilmişti, “Unuttum çizmelerimi giymeyi,” cümlesini.
Anıların çekim gücü vardır. Birisini hatırlamış ve canlandırmışken kafanızda, diğeri de çekim alanına girer, hatırlatır kendisini hatta sayfalardır olduğu gibi, burada olduğu gibi, anlattırır, tekrar yaşatır. Hafıza çöplüğümüzün değişmez fizik kuralı diyebiliriz buna.
Kışın giydiği ıslak keten ayakkabıları nasıl üzdüyse yengesini, kol ağzındaki kesilmiş marka harfler de öyle üzmüştü Nesrin Bulut’u. Demek Haluk’la ilgili endişelenecek bir şey yoktu. Anne Nesrin Bulut’un gelinine verdiği modası geçmiş elbisesinin kol ağızlarından sarkan harflerin kesilmiş olduğuna, –“Altındı onlar saklasaydın, atmasaydın çöpe,” demesine bakılırsa– bu kadar üzülmüşse, Haluk’un o güzel gövdesi evlilik yatağına derbeder biçimde, hayat mahvedicileri karşısında kendini avutmak zorunda kaldığı alkol sayesinde savrulmuş olmalıydı. Sabah bıraktığı biçimde değil, alışık olmadığı üzere sırtüstü yatıyordu Haluk.
“Nihayet gebertti kendini, temizledi,” dedi Fahir Bulut. Yandaşlarına, “Komünistleri boğun, ellerinizi dirseklerinize kadar kıçlarına sokun,” emrini verir gibi söyledi bunu.
Leyla’nın gözünde dünya sarkaç gibi sallandı. Önce yatak odasına doğru savruldu.
“Bir kutu Diazem’i iblisin suyuyla birlikte içtiğini anlamadın mı aptal!” diye bağırdı Nesrin Bulut. Ama bu canhıraş çığlığın altın CD harfleri için kopardığı patırtıdan aşağı kalır yanı yoktu.
İyice soğumuştu Haluk’un gövdesi. Hayat acemisi eşine sarıldı Leyla. Birbirlerini bulup aşık oluş anılarının çekim alanına girmek üzereyiz. Çıkalım buradan. Leyla, Fahir Bulut’un karşısına dikilsin.
“Oğluna sahip olamayan bir adam, halkına nasıl sahip çıkar. Turgut Bey bakanlık verir mi böyle bir adama?” Fahir Bulut kendisine hitaben bir mahvoluş konuşması yapıyor. Leyla’nın dünyayı yıkacak gibi baktığının farkında. Bir faşist olarak zavallı bir ülkeye, topluluğa, karşısındaki tek bir insana hitaben diktasını meşrulaştıran ulu amacını ortaya koyuyor:
“Benim kariyerim sayesinde siz de ayrıcalıklı insanlar olacaktınız.”
Ah, Haluk ve Leyla buna mı inanıp oteli terk etmişlerdi? Amcası onu otelde barındırmak için gerekli parayı ödemeyeceğini söylediğinde evlenmişlerdi. Fahir Bulut’un politik kariyerine alet olmaktan kendilerini kurtarabilirlerdi. Ama Haluk, “Artık düşünemiyorum,” diyordu. “Beynim bir şişe JB gibi. Kıvrımları, duvarları, çeperleri yok. Her bardağa dolup her mideye inebilir.”
Sıkı bir bahar yağmuru bastırmak üzereydi. Fahir Bulut’un gerisindeki manzaranın üzerinde bulutlar koyulaştı ve büyük bir kararlılıkla iç içe geçtiler. Maçka vadisini dolduran ağaçlar sözleşmiş gibi aynı yöne eğildiler. Tek bir ağaç bile direnmedi birazdan yağmuru getirecek rüzgâra. Vadi manzaralı oteller, evler, o pencerelerin ötesindeki hayatlar, karşılıklı durdukları Leyla’nın baktığı pencerenin gerisinde ne olduğunu bilebilirler miydi? İntihar etmiş genç bir koca, çok sevmiş ama hiç sevilmemiş Leyla ve hayat mahvedicileri. İnönü Stadyumu’nu dolduran maç kalabalığının tezahüratları duyuldu. Tek bir kelimesini bile anlamıyor Leyla. Neşeli bir uğultu dolduruyor şık salonu.
Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek; Haluk’un yaptığı buydu. Fahir Bulut gittikçe kararan gökyüzünün önünde vaazına devam ediyordu. Leyla onun bir inanç için acı çekmiş olduğunu, bu yüzden ondan daha tehlikeli bir varlık olmayacağını düşündü. Ben söylemeden aklınızdan geçirmiş olmanıza sevindim: Bu da Botwinnik öğütlerinden birisiydi. Gerçi Botwinnik’in öğütleri de o dönem mektuplaştığı Cioran’a ait olabilirdi ya neyse. En iyisi hayatını satranç tahtası başında geçirecek olan öğrencilerine bir varyantın inceliklerini anlatır gibi ya da şah gambitini kusursuz kılan incelikleri öğretir gibi hayatı oluşturan temel konularda birer cümlelik öğütler verirdi deyip geçelim biz. Öğrencilerinin bunları hiçbir zaman tecrübe edemeyeceklerini bile bile. Gördünüz işte, Leyla hepsini teker teker tecrübe ediyor.
Leyla tuhaf bir ses çıkarıyor:
Immmmmh, ımmmhmmh.
Başını hafifçe iki yana sallıyor. Ağzı kapalı tutmak için çaba harcıyormuş gibi gerili. Bedeni içinden bir yaratık çıkacakmış gibi, değişime uğruyormuş ya da mezarında diriliyormuş, günahlarının hesabını veriyormuş gibi kıvranıyor. Elini, başparmağını namlusu, diğer dört parmağını kabzası olacak biçimde avcunda toplayıp rüyalarında işine yaradığı üzere bir silaha dönüştürüyor. Oyuncak bile olmayan böyle bir silahtan nasıl da korkuyor Fahir Bulut.
Dikkatlice okuyorsanız Leyla’yı sokağa düşürecek bir tramplenin inşasından söz etmiştik. 1981’de İstanbul’a geldiğinde amcasının kullandığı aracın arka koltuğunda yol alırken, ilk tuğlayı amca koymuştu, hatırladınız mı? İşte o tramplenin son tuğlasını şimdi kayınpeder koyuyor:
“Oğlum da aynı şeyi düşünüyordu: Senin yüzünden, geçmişi bokluk dolu pislik!”
“Ötekiler adına konuşan kişi sahtekârdır,” Botwinnik’in bu dersi aklına gelmedi pek tabii. Onun yerine içinden çıkan pisliği, kötülüğü Fahir Bulut’un suratına tükürdü, çıktı, gitti. Acısının ve kederinin yarattığı yeni bir evren oluşmak üzereydi. Maçka Parkı’nın çalılıklarının arasına saklandı. Gizlice aranırken, o şaka gibi burunlarının dibindeydi. Orada on yedi gün aç, susuz bekledi, yağmurlarda ıslandı, yaprak ve toprakları yedi. On yedinci günün sonunda parkı düzenlemeye gelen belediyeciler oracığa pislerken yakaladıkları Leyla’yı kazma-kürek saplarıyla kovaladılar. Hatta belinin tam ortasında bir kazmanın sapını kırdılar. Leyla koştu, koştu kendini Kabataş Parkı’nda buldu. Başkaları da onu buldu, hatta üstünü paraladı, uzun lacivert elbisesini üzerinde lime lime edip ona başka giysiler verdiler: Beli iple bağlanan bir erkek pantolonuyla, kolları kesilmiş bir kazak ve arkasında Michael Jackson resmi olan bir gömlek. Elbisenin ceplerinde hazine aradılar. Bula bula bir çift CD harfiyle, bir gazete kesiği buldular. Harfleri ne olur, ne olmaz aldılar. Gazete kesiğini geçmişi niyetine elleriyle giydirdiklerinin cebine koydular. Kırk gün kırk gece de Kabataş’ta onu saklayanların koynunda uyudu Leyla. Uyandığında saçları kırpılmıştı. Sokak çocukları eğlencesine yapmışlardı bunu. Ayna yoktu ki kendini görebilsin.
“Erkeğe benzediğin için artık daha az iş gelir başına,” demişti gözbebeklerini sabit tutamayan. Ne saçlarının kesildiğine, ne sokaklarda perişan kaldığına üzülmüştü Leyla. Parkı mesken tutanlara kuru ekmek atan cami imamı, “Sen yeni misin?” diye sormuştu ona.
“Bu yerinde mi bu?” diye de kafasını işaret etmişti. Elleri ve yüzü toprak gibi çatlamamış, rengi koyulmamıştı daha. Yeni düşmüş bir oyuncaktı sokağa, çöpe yeni atılmış temiz bir çift çorap, kullanılmış ama daha sayfaları yağlanıp çöp sularına bulanmamış bir ajanda, kadranı hâlâ pırıl pırıl bir saat.
İmamın işaretiyle kafasını tutmuştu Leyla. Tutmuş ve hatırlamıştı nereden geldiğini, adını. Acaba onu arıyorlar mıydı? Arıyorlarsa şehrin göbeğinde onu bulamamaları ne garipti... Çöplükleri deşip karıştırmaya da o gün başlamıştı:
“Ekmek elden su gölden yok yavrum!” demişti kendisini hatırladığı anlamda ilk beceren. Fiyakalı kemerini iyice sıkmış, metal çubuğuna uygun bir delik arıyordu.
“Siktik diye karnını da doyuracak değiliz! Kendin bulacaksın yiyeceğini. Biz de seni bulup sikeceğiz.”
“Nereden bulacağım?” diye sormuştu Leyla. Gülüp gitmişti sokakların kanununu iyi bilen adam.
Daha sonra çöp konteynerlerinin başında çöplüğü karıştıranları görmüş, yanlarına gitmiş ve ilk feci dayağını da o zaman yemişti:
“Burası bizim çöplüğümüz kaltak!”
Yıllarca satranç tahtası başında pineklemiş kof bir kızdı Leyla. Çöplük Bitlerinin tokatları, yumrukları ve tekmeleriyle anında haşat olmuştu. Yerinden kalktığında kimse yoktu çöpün başında. Sağına soluna bakınmış, belki saklanmışlardır, tam elini atacakken ona yeniden girişecek olabilirler diye beklemişti kendince temkinli. Sonra titrek, korkak elini uzatmış, yırtılan göz kapağından dolayı bir gözünü açamadığından kapatmış, hayatının ilk çöpünü karıştırmıştı. Çöpte Haluk’u bulmak isterdi. Dikkatli olsa atılmış gazeteler arasında tek sütunluk ölüm haberini mutlaka bulurdu:
FAHİR BULUT’UN OĞLU TRAFİK KAZASINDA HAYATINI KAYBETTİ.
Ama Leyla onu evlilik yatağında yatarken bırakmıştı. Leyla bize hayatta bir inanç uğruna yaşamıştan daha tehlikeli bir şey olamayacağını hatırlatmıştı. Fahir Bulut güçten düşmüş olsa bile hâlâ bir faşistti ve eski günlerdeki gibi istediği cinayeti işleyebileceğini düşünüyordu. Elbette bütün faşistlerin başına gelen onun da başına gelecekti: Onu her zaman temize çıkaran topluluk karşısında talihi yaver gitmemeye başladığı andan itibaren en ufak terör ona karşı dönecekti. Ne yazık ki Leyla ve onun nezdinde siz, Fahir Bulut’un bitişine tanık olamayacaksınız. Ama biliniz, hayat sokağa düşmekten, evsiz kalmaktan beter cezalar içerir.
Leyla, Fahir Bulut gibi vasat acılarla dünyaya kul olmaktansa büyük ve unutulmaz acılarla bizim dünyamızdan kopmuştu. Onun için artık ne geçmiş, ne gelecek vardı, zaman dağılmıştı, ruhu pes etmişti, sıradan insanların ‘tükenmek’ diyebileceği noktaya nihayet gelmişti. Ölüm de yaşam da ona gülünç görünüyordu. Delirdiğini hatta Haluk’un sözünü ettiği beynin geçici delilik maddesi serotonini salgıladığı duruma geçtiğini düşünebilecek kadar da kendindeydi. Hepimiz gibi Allah’ıyla işi bitmemişti. Gökyüzünün ağır lanet bir tabut kapağı gibi üzerine kapandığını düşündüğü günler boyunca onu, kayınpederinin “Bir yakınının yanında dinleniyor,” yalanının arkasını arayan olmuş muydu? Reykjavik kafilesinden bir-iki kişi. Bir tanesi dönemin FİDE başkanıydı ve Bulut ailesine Leyla’nın ne âlemde olduğu konusunda telefon açtığında sertçe uyarılmış, bunun akabinde Türkiye’ye dünya çapında başarılar kazandıracak bir oyuncuyu unutuvermişti. Diğeri havaalanında, “Zorla mı götürülüyorsunuz Leyla?” diye soran Cumhuriyet gazetesi satranç yazarıydı ve Leyla’nın ortadan kaybolmasıyla herkesten çok, elinden geldiğince o ilgilenmişti. Öncelikle onun 1987’de Montreal’de büyükusta Timman ve ardından aynı yıl Spassky ile yaptığı gösteri maçlarının Türk basınından ve federasyondan Fahir Bulut’un baskısı dolayısıyla gizlendiğini açıkladı. Parlak satranç kariyerinin kendi ülkesinde, kendi ailesi tarafından nasıl sekteye uğratıldığını, yıllarca Kasparov’la mektuplu satranç partileri oynadığını yazdı, bu oyunları notasyonlarıyla verdi.
Satrancın dünyaca ünlü isimlerine onu sordu ve aşağıdaki şu satırları kaleme aldı: “...efsanevi Dünya Şampiyonu Michail Botwinnik bir dönem kurduğu satranç okulunda öğrencisi olan Leyla için: ‘O şahların, vezirlerin, fillerin, kalelerin, piyonların gördüğü en güzel oyuncuydu. Tanrı onu korusun, Tanrı yardımcısı olsun,’ dedi.”
Unvanını 1984’te kaybeden Karpov ise “Leyla’nın ortadan kaybolmasına ne diyorsunuz?” sualine, “Da! (Evet)” demekle yetindi. Amerika’daki şampiyona için hazırlanan Kasparov, “Leyla’yı Amerika’da bekliyorum,” demekle yetindi. Bileklerini gizli gösteri maçlarında büktüğü büyükustalar ise oyunculuğu için şu yorumu yaptılar: “Leyla’nın yüksek bir tekniği ve Aljehin’vari bir mücadele ruhu vardı. Büyük bir istisna ile arasıra başarıyla Şah gambitini oynardı. Stili kısaca ‘üniversel’ ve ‘armonik’ olarak nitelendirilmekteydi.”
Cehennemden dünyaya bakan ve hangi günahlardan dolayı oraya düştüğünü merak eden ölüler gibi Leyla’nın da arkasından söylenenleri duyma şansı ya da şanssızlığı yoktu. Cumhuriyet gazetesinin satranç köşesinde yayımlanan fotoğrafı, 1978 yılına, Kasparov’un ardından 10’uncu olduğu, katılımının skandala yol açtığı Sovyetler Birliği Satranç Şampiyonası’na aitti. Kasparov’a karşı oynayan Leyla’nın tipik düşünme pozisyonu fotoğrafta görüldüğü gibi, sağ elini alnına siper etmekti. “Böyle yaparsan bütün taşlarını, rakibinin taşlarını göremezsin,” diye onu uyarırdı antrenörleri. Yine de böyle düşünmekten vazgeçmezdi. Çünkü Leyla gördüğü satranç tahtası üzerinde değil, hayalindeki satranç tahtası üzerinde oynardı. Leyla’nın antrenörü Pinkoşov, Nabokov’un, Tolstoy’un Anna Karenina’sı için şöyle dediğini hatırlatmıştı: “Öyle ki, ara sıra Tolstoy’un romanının kendi kendini yazdığı kendi malzemesi, kendi konusu tarafından yazıldığı duygusuna kapılırız.” Bu tanım Leyla’ya uyuyordu: Onun oynadığı oyunda fil, vezir, piyonlar, kale ve at kendi yolunu kendisi bulurdu. Anna Karenina’yı kaleme alan, ara sıra sakalını sıvazlayan bir yazar varolmadığı gibi taşların ilerlemesini hesaplayan bir oyuncu da yoktu.
Artık Leyla diye bir satranççı da yoktu.
Acı ve kederinin ona yarattığı yeni evrenine düştüğünde aynı kaderi paylaştığı arkadaşları onun saçlarını kesip başka giysiler giydirmişlerdi. Üzerinden çıkan elbisenin ceplerinde bulunan bir gazete kesiğini geçmişi niyetine cebine koymuşlardı. Hiç sormamıştınız, neydi o gazete kesiği diye. Reykjavik’e gitmek üzere havaalanında beklerken Cumhuriyet gazetesinin satranç yazarının, “Bugünkü yazımda sizden söz ettim,” diye uzattığı yazısıydı bu. Sözünü ettiğim fotoğrafını ilk kez gazetede görmüştü. Fahir Bulut’un bir komünistle karşılıklı çekilmiş fotoğrafına vereceği tepkiyi hesaplamaya çalışmıştı. Kolundan tutup kendisini yolundan döndürecek adamlar gelmeden evvel kadınlar tuvaletine gidip o bölümü itinayla kesmiş, cebine koymuştu.
Leyla sokakları tecrübe ettiği günlerde kim olduğunu, elini beli kalın bir iple büzülmüş bit ve pire yuvası pantolonunun cebine sokunca bu gazete kesiği sayesinde hatırlamıştı. Tıpkı çöplükte bulduğu adamı doğum günü hediyesi olarak kabul etmesine vesile olan, paltosunun cebinde eline gelen havyar kavanozu gibi. Açlığını unutmuş, çöpü karıştırmaktan vazgeçmişti. Ayaklarını sürüyerek yürümüş, bitlendiği için kaşındığını bilmeden kafasını sıkı bir kaşımıştı. Ardından kıçını ve ayıp yerini, apışarasını. Bitler vücudunda yuva yapmıştı. Bugüne kadar kocası emmişti kanını, kocası ve çevresindekiler. Bitler istedikleri kadar içebilirlerdi şahların, vezirlerin, fillerin, kalelerin, piyonların gördüğü en güzel oyuncunun kanını. Tiranların elinden, kan kaybetmek, dağılmak ve düşmek uğruna özgürlüğü seçen küçük bir ülkeydi Leyla. Bir toplum, bir ülke, tek bir insandır aynı zamanda. Dümdüz söylemek gerekirse; dikkatli okursanız Leyla’nın hayatının memleketinin aynası olduğunu görürsünüz.
Gerçek nereden baktığınıza bağlı olarak değişir. Bu böyledir ama yine de şunu bir gerçek olarak kabul etmekte fayda var: Leyla sokaklara düşmeden önce hiç varolmamıştı. O bir gölge, bir hayaletti. Hatırlayınız; hiç sevilmediği için, sevildiğini düşündüğü sokaklar ona cazip gelmişti. Varoluşumuz sevilmektir, sevmektir. Leyla’nın her ikisinden de haberi yoktu. Sokakların yolunu, yordamını kalbinin sesini dinleyerek ama daha çok görüp tecrübe ederek öğrendi. Satrançta yaptıklarına benzemiyordu sokaklarda yaptıkları. Üzerinde paralanan her giysiye hazinelerini sakladığı küçük bir cep yapmıştı. Kuryelik yaptığı haplar da o gizli gözde seyahat ediyorlardı. Kurt tarafından parçalandığında o gazete kesiği gizli cebindeydi. Koparılan kulağı ve mahrem yerinin artık yerinde olmayan yumuşak dudağı nedeniyle çok kanamış, gazete kupürünün neredeyse yarısı kana bulanmıştı.
Şimdi, çöplükten bulduğu adamı yatırdığı kendi yatağının başucunda asılıydı o gazete kupüründen arta kalan ama en güzel parça: Kasparov’la karşılıklı fotoğrafı ve “Fillerin, Vezirlerin, Şahların Gördüğü En İyi İki Oyuncu” başlığı. Kama dehşet içindeki hemşirenin çıkarıp çöpe savurduğu giysilerini almış, atmadan önce gizli cepleri var mı diye kandan sırılsıklam olmuş etekliği ve arkasında Michael Jackson resminin bulunduğu gömleği incelikle yoklamıştı. Sonunda Leyla’nın gizli hazinelerini sakladığı cebi bulmuştu. İşte o cepten çıkıp Kama tarafından emanet alınan gazete kupürü yine Kama tarafından çöplükte bulunan bir çerçeveye yerleştirilmiş, teneke saraylarının baş köşesine asılmıştı. Çöplükte bulunan adam gözünü açsa, kendine gelse, ilk göreceği bu olacaktı muhtemelen. Kuş kadar aklı varsa o haberin tesadüfen oraya asılmadığını da anlayacaktı. Haberi süsleyen fotoğrafa biraz dikkatli baksa bugüne kadar kimsenin tanıyamadığı Leyla’yı bir ihtimal tanıyacaktı. Herhalde sonra Kasparov’u sorardı. Yaşı, Leyla’nın esrarlı bir biçimde son bulan satranç kariyerini bilecek kadardı. Gömleğinin düğmeleri, yandığı için seçilemeyen gömlek cebi üzerine kıvrılarak işlenmiş, isminin baş harfleri olsa gerek harflere bakılırsa, bu zengin ve gün görmüş adamın vaktiyle bir tek Cumhuriyet gazetesinin satranç köşesinde yer alan bir haber olsa da kuyruğuna Türk Kasparov’u unvanını takan Leyla efsanesinden haberi olmalıydı.
Acı gerçek: Leyla’nın sokaklar tarafından nasıl tanınmayacak hale getirildiğinden haberi yoktu. Kalan tek kulağını iyice açıp Kama’yı dinleseydi onun, “Sokaklar insanı benzetir. Tanınmayacak hallere sokar. Gölgen bile senden korkar,” dediğini unutmaz, bir kenara yazardı.
Çöplükte bulduğu adamı, yıllarca Kama’yla paylaştığı yatağa yatırırken elinde değil tedirgin oldu. Üstüne üstlük Turist kapıyı gıcırdatıp içeri süzülünce daha da tedirgin oldu. Çöplüğe Kraliçe olduğunun ikinci yılı gebe kalmış, Kama’nın tahtına bir veliaht doğuracakken sancıları o yatakta bastırmıştı. Prensinin dokuz aydır içinde yaşadığı su, işemiş gibi ıslatmıştı yatağı. Tedarikliydi Kama. Hemen su ısıtmaya girişmiş, Doktor’un kendisine doğum nedeniyle verdiği gazlı bezleri, steril eldivenleri, serum şişelerini, ağrı kesicileri, iğneleri, makasları, flaster ve iplikleri hazır etmişti. Bir prensin geldiğini biliyorlardı. Ultrason diye bir şey vardı. Hoppala! O ultrason çöpe atılmıştı da bunlar da bulup, aletin ucunu jöleleyip Leyla’nın davula dönmüş karnının üzerinde gezdirip içini mi seyretmişlerdi sinema gibi.
Oğullarının pipisi ultrasona nerede baş vermişti?
Sağolsun Doktor, bir gece yarısı gittikleri Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde kadın-doğum uzmanı bir meslektaşını kafalayıp onlar için pek lüks sayılabilecek –çok da imkânsız olan– bu hizmeti vermişti. Doktor, Kama’nın eski dostu, bir bakıma ortağıydı. Kama tebaasını kobay olarak kullanmasına müsaade ediyordu. Hatta eski bir cerrah olarak bizzat ilaçları komününe kendisi dağıtıyor, içtiklerine şahit oluyor, belirtileri not ediyor, ateşlerini ve nabızlarını ölçüyor, kanlarını ve idrarlarını alıp şehre götürüyor, proplar ve birtakım tıbbi cihazlarla çöplüğe gelip insanları yatağa çivileyen Doktor’a yardımcı oluyordu. Doktor, hikâyesi uzun süren ve şimdi yeri olmayan bir ilacın peşindeydi. Çalışmalarını üniversiteden ve ilaç laboratuvarlarından gizli tutuyordu. Hatta bütün raporları şimdi çöplükte bulunan adamın yattığı yatağın altındaki bir bavulda tutuyorlardı. Ama artık o bavul Leyla’yı Amerika’da bekleyen Kasparov’un yanına gitmesini sağlayacak paralarla doluydu. Zaten Kama da o bavulun içindeki raporları yüklenip ortadan kaybolmuştu. Hayat her yerde aynı hayattı. Biraz daha kirli ve çürümüş yumurta kokulu belki ama sizin evlerinizin içindeki steril hayatlardan pek farkı yoktu anlayacağınız.
Leyla, çöplükte bulunan adamın şimdi acıyla gerildiği o geniş yatakta Kama’ya veliahtını doğuramadı. Bebek apışarasında sıkıştı kaldı. Leyla iki yıl önce kendisine saldıran Kurt’un apışarasında yediği naneyi düşünüp kilitlendi. İçinden bir Kurt çıkaracağını düşündü. Üstelik canı Kurt tarafından dişlendiği zamanki gibi yanıyordu. Tam ruhunu teslim etmek üzereyken, yıllar önce ölmüş ana ve babasını başının üstünde görmüş ve babasından, “Doğuramadın mı Leyla?” azarını işitip bir salkım siyah üzüme benzeyen prenslerini fırt diye çıkarıvermişti. Ya da Kama bileklerine kadar kana bulanmış ellerinin arasına kıstırdığı forsepsiyle bebeği kafasından yakalayıp çekivermişti. Bir ölü doğurmuştu Leyla. Felaketler bu kadarla da kalmadı: Bebekten bin kat kolay çıkardığı plasenta rahimle birlikte geldi. Ters yüz olmuş rahimi Kama onun içine tıkamadı. Leyla’nın bütün kanını çöplükte bulunan adamın yattığı yatak emdi. Kandan lökür lökür oldu yatak. Kama dehşet içinde, titreyerek, ağlamaklı bağırıyordu:
“Tolstoy gelsin! Tolstoy! Onun kanı Leyla’ya uyuyor...”
Bir serum şişesini akıtıp inanılmaz bir hızla Tolstoy’dan kan almaya başladı. Aynı kanı Leyla’nın leylak rengi damarlarına zerk ediyordu da rahim tıkaç gibi çıkmıştı yerinden, log loog looog kanıyordu aşağıdan. Bu gidişle Tolstoy da kansız kalabilirdi. Yükünü tesadüfen yeni boşaltmış bir çöp kamyonuna atlayıp Çapa’nın yolunu tuttular. Şoför kamyon üzerine zimmetli diye korkup hepsini ayak bileklerine kadar çöp suyu içindeki arka kasaya bindirdi. Kral, Kraliçesi’ne kesin öldü gözüyle bakıyordu. Kraliçesi’yle arasına sıkıştırdığı bebek Prens ise dünyaya gözünü bile açamamıştı. Kama onun açılmamış gözlerine ve aralık ağzına dikkatle baktı.
Kime benziyordu?
Çene dikkatli annenin yumuşak çenesiydi. Dudaklarının kıvrımını ve üst dudağın annesinin yüzüne masumiyet katan uzunluğunu da almıştı. Geniş alnı ve düşük kaşları babadandı. Kama oğlunu öptü.
Uzun bir ameliyat geçirip paçayı kurtarmıştı Leyla. “Hayatta kalmasına mucize demek bile az kalır,” diyorlardı. Allah Leyla’ya bir türlü mat çekmiyordu. Onun tahta üzerinde verdiği açıkları görmezden geliyordu. Böyle olmasa Leyla hâlâ hayatta kalabilir miydi? Sizin yerinizde olsam bildik okuyucu münasebetsizliğiyle şöyle sorardım: Leyla daha ne kadar hayatta kalabilecek?
Tolstoy’a da bir şişe kan dayamışlardı. Sağlık muhabiri diye ortalarda gezinenlerden de onları Doktor korumuştu. Bebeği ise babasının kucağından kapıp ayrı bir yere götürmüştü.
“İyi ki ölü bebeğinizi de getirdin!” demişti sonra.
“Ama geri götüreceğim,” demişti Kama.
“Onu ne yapacaksın?”
“Oğlumun bir mezarı olacak.”
“Çöplükte mi?”
“Prensi olarak doğduğu çöplüğünde...”
“Ben...” demişti Doktor sıkılarak, ağzında geveleyerek, “Ben, onun bazı organlarını almak istiyorum.”
Düşünmüştü Kama. “Hayır” demek istiyordu ama Doktor her defasında Leyla’yı ölümden kurtarıyordu. “Hayır,” demek istiyordu çünkü bu sağlık hizmetinin karşılığını kobaylıkla, tebaasını kobay olmaya ikna ederek hatta bu caniye asistanlık yaparak, sırrını saklayarak ödüyordu.
“Kalbini almadan yap bu işi...”
“Ama asıl o gerekli.”
“Kalbi ve gözleri yeniden dirildiğinde ona lazım olacak.”
“Yeniden dirilmeyeceğiz Kama.”
“Bir kez daha öldüğünde lazım olacak gözleri ve kalbi oğluma. Son kez bakmak ve ölümü hissetmek için.”
“Peki,” demişti Doktor da. “Öyle olsun.”
Kama, kalbi ve gözleri dışında bütün organları alınmış, karnı gamalı bir haç şeklinde dikilmiş, rafadan yumurtanın keyifli kahvaltı sofralarında bıçakla bölünen çıkıntısı gibi ikiye ayrılmış kafatası siyaha yakın kan lekeleriyle dolu gazlı bezlerle sarılmış oğlunu çöplüğe götürdü. Onun için bütün tebaasının hazır bulunduğu bir cenaze töreni düzenledi. Ertesi gün de mezarını inşa etmeye girişti. İlk iş olarak Kemercountry’deki villalardan birisinin bahçesinden lir çalan bir melek ve mermer bir çelenk içinde kanat çırpan güvercin heykeli çaldı. Bütün bunlar bir gününü almıştı. Aynı günün akşamında hastaneye gitti, Leyla’sını yeşil hastane giysileri içinde, kolunda serumla, bir hemşirenin kolunda yürürken buldu. Leyla onu görür görmez ağlamaya başladı. Birlikte çöplüğe döndüklerinde Kraliçe’nin kanını çeken yatakları çoktan kurumuş, oğulcuklarının mezarının üstünde otlar bitmişti.
Çöplükte bulunan adam, işte hikâyesi bu olan yatakta yatıyor, Leyla da ona dikkatle bakıyordu. Durumun vahametine, adamın yanmış tarafına bakarken, dokunsa kül olacakmış hissiyatına kapılınca vardı. Ense kökünde soluğunu duyduğu Turist de, “Fazla yaşar mı?” diye sorunca Doktor’un kapısını çalmanın gerekli olduğunu düşündü Leyla.
Sonra adamın iniltiyle karışık sesi duyuldu. İçinde m, o, g harflerinin olduğu bir kelimeyi sayıklıyordu. Leyla bir şifre kırıcı dikkatiyle kulak kesildi. Diğer kayıp harfleri yakalayabilmek için soluğunu tuttu. Hayır, adamın diğer söyledikleri anlaşılmıyordu. Kraliçe doğruldu, hizmetkârı sayılabilecek Turist’e emir verdi:
“Doktor’u getir.”
Teneke evlerde barınan çöplük tebaası Kraliçelerinin kapısının önünde toplanmıştı. Ağızlarından çıkan soluğun buz gibi havada bıraktığı iz, kafalarındaki soruyu oracığa yazıyordu.
“Çöplükte bulduğun adamı tebaana kabul ettin mi Kraliçem?”
Kraliçe yağlanmış, yağlandığı için ağırlaşmış paltosunun eteklerini toplayarak kapıdan çıktı. Başında güvelerin delik deşik ettiği ama yine de iş görür hardal sarısı yün şapkası yoktu. Yoluk yoluk saçları aslan yelesi gibi omuzlarına saçılmıştı. Yıllardır kobaylık yaptığı Doktor’un ilaçlarının vücudunda kalan son tortuları aniden işbaşı yaptı, küçük bir yan etki hasıl oldu; Kraliçe çift görerek, tebaasını daha kalabalık görerek, konuşmasına başladı:
“Çöplükte bir adam buldum. Onu evime aldım. Kama da olsa bunu yapardı. Sizi teker teker buraya getirdiği gibi onu da alırdı.”
Kısa ve ikna ediciydi konuşma. Besbelli öyleydi ki Ejder, “Durumu nasıl?” diye sordu.
Kraliçe cevap vermek üzere ağzını açtığında Fehmi bir soru sordu:
“Onu buraya getirip getiremeyeceğini bize neden sormadın?”
Yirmi bir yıl önce İsviçre’de müşterilerini sigortalarken sorduğu soruların düzgün kalıpları hâlâ bozulmamıştı. Hâlâ bir sigortacı inceliğiyle, kıvrak zekasıyla, kurnazlığıyla soruyordu Fehmi. Leyla satrançta alameti farikası sayılan oyunu yaparak Şah’ını gambite sürmeyi düşündü.
“Bunu şimdi soruyorum?” demek hem bu gambitin dengi olan soruydu hem de Kraliçeliğini tartışmaya açmaktı. Leyla, Şah gambitini yaptı.
“Yaşayacaksa kalsın!” dedi tebaası.
Leyla gülümseyerek barakasına girdi, tebaası onun gülümseyişine bakakaldı. Size sihir gibi gelen, onlar için yıllar yılı kobaylığını yaptıkları ilaçların yarattığı illüzyondu: Gözlerinin önünden kaybolup giden görüntüyü dakikalarca seyredebiliyorlardı. Gülümseyişine hayran oldukları Leyla’ları çoktan barakasında teneke sobasını tutuşturmaya çalışıyordu. Bir tek Fehmi maytabın ardında bıraktığı ışıltıyı ve dumanı görmezden gelip barakasına doğru yürümeye başlamıştı. Bir tek kişinin ayaklanması, Kraliçe’nin unvanından olması için yeterliydi. Ama daha bunun için zaman vardı.
Teneke evin içi ayçiçeği, mısır koçanı, tekerlek, güneş, çiçek, arı, zeytin, küplerden akan süt, koyun resimleriyle doluydu. Evi meydana getiren tenekeler çoğunluk yemeklik yağ, peynir, otomobil yağı, bal, peynir tenekeleriydi. Renkli yüzleri kirden ve isten kararmıştı. Onları binbir türlü şeye benzetebilirdiniz. Kafanız iyiyse fresk gibi görünürlerdi size. Teneke evin içini kuşatan örümcek ağları, gümüş tüller gibi yerlere kadar sarkmışlardı. Gerçeküstü on iki metrekarelik bir dünyaydı burası. O gümüşî örümcek ağları yatağın bir yanını örtmüşlerdi. Hatta Leyla’nın satranç kariyerini belgeleyen gazete kupürünün üzerine sis perdesi gibi çekilmişlerdi. Çöplükte bulunan adam uyansa, Leyla’nın Kasparov tarafından Amerika’da beklendiğini öğrenemeyecekti demek. Örümcek ağlarına ince güzel parmaklarıyla dokundu. Misina gibi olmuşlardı mübarek. Zorla dağıtabildi örümceklerin yuvalarını. İç geçirdi yuvasız kalan örümcekler:
“Senin de yuvan başına yıkılsın Leyla!” bedduasını onlardan aldı.
Kasparov karşısında atından olacağı o kötü hamleyi yapmadan önce çekilmiş fotoğrafını parlattı ve sizin Leyla’nın hikâyesini öğrendiğiniz andan itibaren sorduğunuz soruyu kendisine sordu:
“Beni neden bulamadılar?”
Bugün ne korkunç bir gündü böyle! Her şeyi hatırlıyordu. Unuttuğunu sandığı her şeyi çöplükte bulunan adamla birlikte hatırlamıştı işte. Amca ve yengesini tekrar hatırlayınca da sokağa düştüğü ilk yıl onu nasıl bulduklarını düşündü. Bu sırrı nasıl saklamışlardı ki bir Allah’ın kulu “Leyla” diye yakasına yapışmamıştı. Sokaklara düştüğünü kimler biliyordu, Leyla’nın o hali kimlerin işine yaramıştı? Satrançtaki ününün dilini sivrileştireceğinden korkanlar mı vardı yoksa? Sıkıyönetim zamanı faşistler tarafından sorgu sorgu dolaştırıldığını, takip edildiğini, tecrit edildiğini, Bebek Oteli’nde geçen o korkunç günlerin hesabını soracağından, onun bunları uluorta anlatmasından korkanlar mı vardı? Mutlaka göğsüne bir kurşun oturtacak kadar korkmuyorlardı ondan. Zaten öylesi en mühim taşlara karşı bir piyonuyla kalakalmış bir oyuncu karşısında ne yapacağını bilememeye benzerdi ki mantık dışıydı bu.
Zavallı bir piyonun sekinci kareye kadar ilerleyip kendini vezir ilan etmesi kadar zorlu bir şey olmuştu işte: Leyla kendi isteğiyle sokaklara düşmüş, şansının yüzüne gülmesiyle de Çöplük Kraliçesi olmuştu. Söylemiş miydim bilmem ama bir tek hayatı anlayabilmek için bütün dünyayı yutmanız lazım.
Şimdi, çöplükte bulunan adamın kim olduğunu merak ediyordu Leyla. Bütün bunları hatırlamasının müsebbibi o adamdı. Çiş, kan, ter, küf ve metan gazından dolayı çürük yumurta kokan barakanın havasını değiştirmişti adam. İnceden inceye şeker gibi, baharat gibi kokuyordu içerisi. İnceden inceye bir koku yayıyor ve bir şey söylemek ister gibi inliyordu adam:
M mm ooooorrrr gggg.
Onu iplik iplik koklamak ve ağzından çıkanı duymak için iyice sokulmuştu Leyla. Bir yıl sonra kendi isteği ve arzusuyla ilk defa bir adama sokulmuştu. Belki de bunun heyecanıyla adamın ağzından dökülen harfleri yan yana dizemedi, şifreyi kıramadı. Ha, bu arada Leyla’nın şifre kırıcı olarak kullanılmak üzere Ortadoğu devletlerinden birisi tarafından kaçırıldığı da satranç çevresindeki dedikodulardan birisiydi.
Geçmiş karın doyurmuyordu. Sonunda acıktı Leyla. Tebaası kraliçelerinin kapısının önüne günlük yiyeceklerini koymuş olmalıydı. Kırık bir meyve sandığı içinde mutlaka bir martı leşiyle, meyve sebze halinden getirilip çöplüğe dökülen çürüklerin arasından seçilmiş sebze ve meyveler onu beklerdi. Sonra ıslatılmış ekmek ve zengin çöpleri arasından çıkan artık yemekler; nohutlu pilav, taşlaşmış kurabiyeler, patates püreleri, tatil dönüşü çöpü boylamış bir tencere zeytinyağlı kereviz gibi sözgelimi. Çoğu yiyecek artığı şehirde, çöp konteynerlerinde tüketiliyordu. Çöplüğe gelen çöp arasında işe yarar şeylere rastlamak olanaksız hale gelmişti. Kimi zaman o koskocaman çöplükte karın doyuracak bir şey bulmak imkânsız oluyordu. Leyla kapısında kendisi için hazırlanan kasayı göremeyince şaşırdı. Ortalıkta kimse yoktu. Onu gizli deliklerinden, pencere köşelerinden izliyor olmalıydılar. Kapısını tebaasının görünmez suratlarına çarptı. Bunu yaparken kapının testere ağzı gibi keskin kenarı parmaklarının ucunu kesiverdi. Kanının rengi ona dünden kalan ezilmiş domateslerini hatırlattı. Pencerenin dışına bir torbaya koymuştu onları. Moskova’da annesinin yaptığı gibi. Bir buzdolabına sahip olmanın altı ay sürdüğü o dönemin Rusya’sında yiyecekleri kışın pencere önlerinde dururdu. Çok içen ve ayakta duramayan anneciği bir defasında bir torba yemeklik malzemeyi pencere önündeki geniş taşlıkta ararken ararken küütttt diye düşüvermişti aşağı. Metrelerce karın üzerine kafa üzeri ama Allah’tan tam yeri öpecekken hooop diye popo üstü. Sağ bacağının diz topuzu kalçasına yapışmış, aradaki femur tuz-buz olmuş, boyunun beş buçuk santim kısa kalmasına yol açan bu kırıklar neticesinde aylarca mumya gibi alçılı yatmıştı. Hasta bakıcı gözden kaybolunca “pısst” diye yanına çağırırdı o günlerde Lasker’in savunmalarını inceleyen kızını. Leyla annesinin kendisini seveceğini düşünerek taşları titretip heyecandan tahtayı devirip koşardı onun yanına. O halde bile “Sakar!” diye kükrerdi annesi devrilen satranç tahtasının sesini duyduğunda. Leyla’ya bir bardak votka için ihtiyacı vardı. Bunu isterken, ondan dolu dolu bir bardak votka isterken gülümserdi sadece. Kızı lıkır lıkır içirirken ona votkasını, mutluluğu devam ederdi. Bir bardak votka bitince Leyla her defasında aynı hatayı yapar, biraz olsun sevilmek, tatlı bir çift söz duyabilmek için başını sargılar içerisindeki anneciğinin göğsüne koyardı. Annesinin kokusunu iplik iplik burnuna çeker, kısacık bir an bununla avunurdu. Sonra annesi alkol kokan nefesiyle şimşek gibi çakardı: “Kaldır o taş gibi ağır kafanı göğsümden. Defol! Git aptal oyununu oyna!” Lasker’in savunmasını oyunlarında bir türlü tekrar edemeyişinin nedeni, bu savunmayı anlamaya çalıştığı dönemin böylesine basit ve sıradanlaşan bir kötülüğe denk gelmesi sonucundaydı.
Çocukluğunun talihsiz onlarca anısından birisi olan bu anısını, bu dünyada geçtiği, yaşandığı günden bu yana ilk defa şimdi, buzdolabının olmaması vesilesiyle teneke evinin penceresinin önündeki domateslere uzanırken hatırlamıştı. “Hayatımız çöp,” diyordu ya, bir kere daha hatırlatmaktan zarar gelmez, “geçmişimiz de çöptür, çöplüktür.” Ülkelerin tarihleri çöplüktür, kentlerin, ailelerin, evliliklerin, kavimlerin. Hatırlamak o çöplüğü karıştırmaktır.
Leyla sendeliyor, zira yorgun anılar çöplüğünü karıştırmaktan, yeri gerçekten çöplük olan kötü tecrübeleriyle karşılaşmaktan ya da yanlışlıkla çöpü boylayan anılarına hayıflanmaktan. Dünyevi işler kurtaracak onu bu yorgunluktan. Bu amaçla yemeklerini yaptığı tenekenin içine domatesleri koydu ve elleriyle ezdi onları. Testere kapının çentik attığı parmak uçlarından sızan kanı da ayrı bir renk verdi hani, cılkı çıkan domateslerin oluşturduğu pelte gibi şeye. Kırk yaş doğum günü ellerinden ve geçmişinden ne istiyordu ki bugün. Doğum günü değil, geridönüşüm günüydü bugün. Küçük sobasının üzerinde ısıtmaya çalıştı ezdiği, sularını çıkardığı domatesleri. İçine ıslak ekmekleri doğradı. Sizin burnunuza bozuk peynir, yanık lastik gibi gelecek olan yemeğin kokusuydu. Çöplükte bulduğu adam yutkundu. Leyla bu yutkunmanın sesini duydu, adamın âdemelmasının yukarı gidip pıt diye aşağı inişini gördü. Eteklerinde yaşadıkları çöp dağının heybeti neticesinde güneş daha geç doğar, daha çabuk batardı. Anlayacağınız, kutup gibiydi çöplük. Her şeyin bir ucu. Çok az insanın gitmek istediği veya isteyeceği, çok az insanın yaşadığı, orada nasıl yaşandığının hep sorulduğu, dünyanın göbeğindekilere hep ters gelen bir köşe.
Leyla çorbayı kaynattığı tenekenin içine düşecek kadar dalmışken, ortalığın buz kestiğini hissetmişken içeri Ejder girdi. Kraliçe “Geç,” demeden kirli, kırık bacağı bir metal parçasıyla uzatılmış plastik tabureye ilişti.
“Bu mu?” dedi yatmakta olanı işaret ederek.
“O,” dedi Leyla.
“Bir komutana benziyor,” dedi sokaklara düştüğünün üçüncü günü kendini bu çöplükte bulan ve burada nasıl bu kadar utangaç kaldığı meçhul olan Ejder. Sonra neredeyse havası kaçan bir balon gibi sönerek, “Saçları, belki saçları öyle gösteriyor onu,” diye de ekledi.
Kraliçe’nin sessizliği ve tebaasının bu akşam onu aç bırakma kararı Ejder’i cesaretlendirmişti. Konuşmaya devam etti:
“Kama da o kocaman tuhaf yüzünden dolayı bir komutandı. Doktor, hepimize acı çektiren iğneleri, bıçakları yüzünden. Ben mesela, martılar için bir faşistim. Kocaman taşları göğüslerine doğru yolluyorum. Bazen leşlerini alıp yemekten çok, taşın çarptığı göğüslerinde çıkardığı o ‘güpp’ sesini seviyorum. Ne güzel bir ses o; ‘güppp.’”
Leyla, “faşist olmak böyle bir şey değildir,” diyebilirdi ama Ejder’i anlamaya çalıştı. Basit gibi görünen ama ileride oyunu çok zor noktalara sürükleyecek olan bir açılış yapıyordu. Söylediği gibi faşizm kötülükle ilgili bir şeydi, kötülüğün sıradanlaşmasıydı ve martıyla bir insan arasında bile bu türden bir ilişki kurulabilirdi. Bir ötekinin olması yeterliydi. Kötülüğe koşullananlar güçlü, iktidar sahibi insanlardı ve bütün bir gün kafasının içinde mekanik bir ses Leyla’ya hayatının iktidar sahiplerini hatırlatmıştı. Kama ve Doktor’un öyle olduklarını düşünmemişti.
Leyla, Kama’nın çöpten bulup evlerini donattığı, iktidarını süslediği lükslere göz gezdirdi. Bir saat, bir radyo, artık çalışmayan bir akü, kötü perspektifli bir tabak meyve resmi, karakalem bir maymun resmi, bir fotoğraf makinesi, daha iyi elbiseler, daha süslü elbiseler, kırık bir ayna, sehpa niyetine kullanılan çalışmayan bir televizyon, raflarda çöplükten bulunanlarla kurulan bir kütüphane: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, Haçlı Seferleri Tarihi, Faulkner’dan iki kitap; Duman, Döşeğimde Ölürken. Köylüler Savaşı, Türkiye’de Din ve Siyaset, Yaratık, Koleksiyoncu, Türk Şiiri Antolojisi, Gogol Bütün Oyunlar, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, Zübük, Dağdan Kopan Ateş, Hıçkırık, Peride Celal, Jaguar, Küçükbaş Hayvancılık ve Üç Silahşörler.
“Üç Silahşörler’de şöyle der: İçinden geldiği gibi yaz. Ama satranca uymaz bu.”
Cümlenin sonunu yumuşakça, yutarak söyledi Leyla. Manasız ve yersiz bir şeydi söylediği. Konuşmalarını kontrol edememe hali üç-dört yıldır hasıl olmuştu. Bugünün hiç yaşanmamasını isterdi.
“Geçmişimin olmadığını sanırdım. Çünkü hayat beni hep ileriye götürürdü bir rüzgâr gibi. Bugün bir geleceğimin değil, geçmişimin olduğunu anladım.”
“Belki evine dönersin.”
“Benim evim burası. Ben öldüm ve sokaklarda dirildim. Buraya gelmeden önceki hayatım için bir yabancıyım. Ama...”
Düşündüğü başka bir şey vardı Leyla’nın. Yataktaki yabancı ya da faşist inledi, Leyla planını Ejder’e açmaktan vazgeçti. Dışarıda rüzgâr “vuuuuvvvv” dedi, teneke barınağın açıklarından, deliklerinden girdi. Soğuk keskince bir kılıç olup karın boşluğuna saplandı.
“Ben evimi, geçmişimi bilsem dönerdim,” dedi Ejder.
Sekiz yıl önce şehrin tam göbeğinde birdenbire nereden gelip nereye gittiğini unutmuş bir kuryeydi Ejder. Kama iştahla anlatırdı onu Aksaray’da başında motosiklet kaskı, sırtında kocaman bir sırt çantası öylece kalakalmış nasıl bulduğunu. Ejder de tam o anda önünde gürül gürül akmakta olan, akmaktan bembeyaz kesilmiş bir şelaleyi seyrettiğini hatırlardı. Ama öncesini bilmezdi. Unutmuştu. “Meğer üç gündür sokaklarda öylece dolaşırmış” diye hikâyesine devam ederdi Kama. “Ben buraya getirmeseydim kıtır kıtır kesilirdin sokaklarda. Bir böbreğinle yetinmez, iki böbreğini birden alırlar, seni dibi dünyanın merkezine sırt vermiş kuyulara atarlardı.”
Ejder’in leş gibi sıcak bir temmuz günü krallığa getirilişini anımsamıştı Leyla. Konuşamayan, boş boş bakan, ne yapacağını bilmez, ara sıra bir çocuk gibi oturup ağlayan sarışın bir delikanlı. Yolları değil, kendisini kaybetmiş bir kurye. Kama merakla onun sırt çantasını açıp içinden bir sürü zarf, paket çıkarırken teşhisini de koymuştu:
Depersonalizasyon. Bildiği şehirde, yollarda bir yabancı gibi kaybolma. Ama bir adım ileride bir şey daha vardı: Adını, kim olduğunu da unutmuştu. Leyla o vakit gözü açık rüyalar gördüğü bir dönemdeydi. Yer yarılıyor yerin dibine giriyor, çöplük ortadan yok oluyor, kendisini bir çölün ortasında buluyor, gökyüzü satranç tahtasına dönüşüyor, Kama’nın kafası Şah taşının şeklini alıyor ya da bütün insanlar birer satranç taşı oluyor, yanı başında kıpkırmızı bir telefon varoluyor, telefon acı acı çalıyor, Leyla telefonu, ”Da,” diyerek açıyor, Rusça konuşan adamın Botwinnik olduğunu anlıyor ah nasıl seviniyor, nerede olduğunu söylüyor, “Seni kurtarmaya geliyoruz,” diyor büyükusta derken bir araba sesi duyuyor tekerlekleri yumuşakça ses çıkardığına göre gıcır bir araba olmalı diye düşünüyor, üstelik arabanın yumuşakça açılıp kapanan kapılarının sesini, bu seslerden dolayı iki kişinin geldiğini anlıyor. Elleriyle koymuş gibi buluyorlar Leyla’yı. Rusya’daki antrenörü Pinkoşov’la Botwinnik’in kolunda çıkıyor barakadan, Kama kesiyor yollarını. Daha bir şey sormadan, “Amerika’ya” diyor, “Kasparov beni bekliyor.”
Tıpkı bir aslan gibi kükrüyor Kama. Elinde meşhur gürzü, onu sallıyor. Bütün rüya dağılıyor.
Gerçekten daha gerçektir rüyalar. Bunu biliyor. İşte bu rüyanın arkasından, tam uyanıklık evresine geçecek gibi olmuşken, teneke barakasını ve Kama’yı algılamışken, artık geçmişiyle bir bağlantısı kalmadığını hissetmişken, kaskı kucağında başka bir âlemdeymiş gibi bakan delikanlının ağzından korkunç bir alev çıktığını görmüştü. Bunu gözleriyle görmüştü. Alevin, yatağın dayandığı teneke duvarı isleyip kararttığını bile görmüştü. Rüyalar her şeyi açık seçik görebildiğimiz için bizi dehşete düşürmezler mi? Bu sebeple Ejder’i bu isimle vaftiz eden Leyla olmuştu.
Kama istese geçmişini kaybettiği için ortada dolanan Ejder’e yardım edebilirdi. Kurye zarflarının üzerindeki numarayı arayıp eşkâlini verse ve kayıp kurye dese mutlaka Ejder’in gözü yaşlı ailesi ya da birileri onu almaya gelirdi. Ama o Ejder’le ilgili ipuçlarını çöplüğün en ücra köşelerine savurdu. Paket kâğıtlarını, zarfları yırttı, içinden çıkanlarla günlerce eğlendi ki incecik masum bir beyaz zarfın içinden bin beş yüz dolar çıkmıştı.
Kama’nın gizli bir hazinesi vardı. Bulduğu değerli şeyleri gömüyordu. Yerini sadece kendisi biliyordu. O para şimdi cam gibi parlayan, buz tutmuş bu toprakların kim bilir hangi köşesinde yatıyordu. Sadece o para Leyla’yı Amerika’ya götürmeye yeterdi. Leyla, Kama yok olduktan sonra ortalığı köstebek gibi kazdıysa da bulamadı, ne o parayı ne de çöplükten çıkan diğer hazineleri. Komünün gözü dünyayı görmüyordu. Gidip de dönmeyen krallarının ardından şaşkın, her gün sokağa düştükleri, evsiz kaldıkları, başlarının tepesinde onları rüzgârdan ve yağmurdan, soğuktan ve sıcaktan, kötü bakışlardan, üzerine işeyenlerden ve kendini tutamayıp kusanlardan koruyacak bir çatı yokmuş gibi dağılmışlar, bunalmışlar bu satırların okuyucularının bildikleri türden depresyona tutulmuşlardı. Bu yüzden günler, geceler boyu uyur olmuşlardı. Belki Kama gidip de dönmeyeceğini hesaplamış, hepsinin damarlarına yüksek dozda uyku ilacı zerk edip onları kırk gün kırk gece uykuya yatırıp da öyle gitmişti. Bütün komün böyle deliksiz bir uykunun büzüğüne sıkışıp kalmışken Leyla bir köstebek gibi iş görmüş, gözüne kestirdiği, Kama’nın hep baktığını, üzerinde gezindiğini düşündüğü her bir köşeyi kazmıştı. Köpek iskeletleri, takma bir diş hatta üzerinde dökülmemiş bir tutam saçı bulunan bir insana ait kafatası bulmuş ama Kama’nın hazinesine rastlayamamıştı. İşte o zaman şu gerçekle yüz yüze gelmişti: Kama’nın geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Oysa geçmiş çöplük de olsa en büyük hazinemizdir. Çöplüğün kendisi hazinedir, aramaktır, bulmaktır. Tanrı’nın insana verdiği en heyecan verici bu iki duygu çöplüğün iki başlı dört kollu yapışık ikiz kutsal Tanrısı’dır; aramak ve bulmak.
Hayatının en büyük hazinesinden olmuş birisi varsa o da Ejder’dir hiç kuşkusuz. Dünyaya on sekiz yaşında başında bir motosiklet kaskı ve sırtında kocaman bir kurye çantasıyla birilerine iletilmesi gereken zarflar ve paketlerle gelmiş gibiydi. Evet, onun geçmişi bundan sonra başlamıştı. Doktora kobaylık yaptığı yıllar, zatürreeden gebermek üzere olduğu kış, çöpte alüminyum toplayan bir Çingene kızına tutulduğu üç yıl, kızı boğup çöplüğün en derinlerine attığı bir gece, Turist’in götünün tadına vardığı bir öğle, Tolstoy’u yakmak istediği bir sabah, bir çöp kamyonunun altında kaldığı ve kalın bağırsağının ucunu ağzından bir karış dışarıda sallanırken gördüğü bir akşamüstü, bu vesileyse yatalak olarak geçen iki yıl, sonra ansızın kalkıp yürüyüverdiği, Tolstoy’un Ejder’in barakasından çıktığını gördüğünü söylediği Meryem Ana’nın ziyaretinin gerçekleştiği kuşluk vakti. Alın size pek parlak sayılmasa da her bir anı dolu dolu belalarla, sağlık sorunlarıyla geçirilmiş, Meryem Ana’nın nur yüzüyle, alnına kondurduğu bir öpücükle taçlandırılmış bir geçmiş.
“Öldünüz ve dirildiniz,” diyordu ki Kama, her söylediği gibi bu da doğruydu. Ölmüşler ve ölüleri sokaklardan, lağım çukurlarından, sur diplerinden, köprü altlarından, çöp konteynerlerinden Kama tarafından toplanmış, Çöplük Krallığında diriltilmişlerdi.
“Şu üzerimize yıkılacakmış gibi duran çöp dağı, onun içindekiler oraya neden geldiler sanıyorsun Leyla?”
Ejder, Meryem Ana tarafından öpülüp ayağa kaldırıldıktan sonra bu dünyanın en mantıklı, en akıllı adamı olup çıkmıştı. Kama onun bu halini görse Fehmi’yi ve aksi, geçimsiz Tolstoy’u yardımcılık görevinden alır, onu atardı.
Durun! Leyla hafıza çöplüğünde yine eşelenmeye başladı: Botwinnik gözbebekleri sayılan Kasparov’la Leyla’yı çalıştırırken, “bir ciddiyeti yok” diye onları uyarmaktan alamadığı oyunlar kurardı. Oynanmış, bilinen oyunları tekrar tekrar oynatırdı. Fischer ve Petrosjan arasında 1959’da Belgrad’da oynanan oyunun son partisini sözgelimi. Partinin sonunda siyah Şah’ın yolculuğunun esenlikle bittiğini bildiklerinden siyah taşları almak istemezdi her ikisi de.
“Bu bir çalışma, bir rüya, bir kâbus, ciddiyeti ve gerçekliği yok!” diye bağırırdı Botwinnik. Sonra kendini tutamaz gülümserdi:
“Demek rüyalarınızda bile yenilmeyi sevmiyorsunuz ha! Ne güzel...”
Leyla bunu neye istinaden hatırladığını düşündü. Yıllar öncesine ne diye gitmişti. Bunu düşünürken sallandı. Sonra durdu. O durdu, dünya durdu. Teneke evin tam ortasında, soba niyetine kullanılan o saçma şeyin tam önünde. Geçmişin elinden Ejder’in kendi sorusuna verdiği cevapla kurtuldu:
“Çöpler, çöp dağını yaratan çöpler de bizim gibi defterlerinin dürüldüğü bir geçmişten gelirler. Önceki hayatları vardır ve de şimdiki. Üstelik onlar da, bizim gibi, buraya neden geldiklerini bilmezler. Neden bazı insanlar evlerinde, bizim gibiler çöplükte, sokaklarda diye sormamızın gereksiz olduğu gibi.”
“Neden?” dedi Leyla, mat edilmesi çok zor, korunaklı bir noktada dimdik duran bir Şah gibi.
“Bizim gibi insanlar sokaklara ve çöpe neden düşerler, öyle mi?” dedi Ejder. Oyunun notasyonunu tutan beceriksiz bir yazıcı gibi ağır ağır sormuştu soruyu.
“Bizim gibiler ve başkaları.”
“Kama ne diyordu bir merdivenden yuvarlanır gibi düşersin çöplüğe, sokağa ya da bok çukuruna; ilk basamaktan kaderin yani Allah iter seni, sonra tek bir insan, sonra tanıdığın insanlar, tanımadıkların, devletin. Paldır küldür inersin basamakları, nasıl düştüğünü anlayamazsın. Alışır, kurtulursun. Kurtulmaktansa alışmaya bak demişti Kama bana.”
“Üstelik sen kaçıyorsun...” diye devam etti Leyla. Ezberindeydi Kama’nın vaazları: “Sokaktakiler, çöplüktekiler, düşkünler kaçıyorlardır. Kaçan kurtulmak istemez.”
Tolstoy içeri girdi ve Leyla’yı sorulardan, cevaplardan bugün aniden peşine takılan geçmişinden kurtardı:
“Seni anlıyorum Leyla. Bulduğun o adamı buraya getirmeni yani. Ama bunu yanlış bir biçimde gerçekleştirdin.”
Tolstoy sizin hiç de inandırıcı bulmadığınız cümlesinin sonunda kocaman ellerini açtı. Aralarında cirit atan geçmişi tutup şimdiki zamanla çarpıştırır gibi boşlukta bir şeyleri yakaladı ya da yerlerini değiştirdi. Elleri hızlı hızlı hareket etti. Şapkasını çıkardı. Bir eliyle kelini kaşıdı. Bu yaptığı her şeyden, kitap gibi konuşmasından bile daha tuhaf göründü. Çünkü gözle görülür bir biçimde eli kafasından daha büyüktü. Leyla’nın ona dehşetle bakmasının sudan sebebi buydu. Tolstoy böyle olduğunu bilmeden konuşmasına devam etti:
“Avlanmış bir avcı gibi onu sürükleyerek getirdin. Onu çöplüğün zirvesinde mi bulduğunu söylemiştin? O zaman bize onu oradan indirmemizi emredebilirdin. Artık onun hiçbir değeri yok. Böyle getirdiğin için yani.”
“Hey Tolstoy ona bir baksana... Bir faşiste benzemiyor mu?”
Ejder’in kritik sorusu üzerine gözlerini kıstı ve biraz eğilerek adama baktı Tolstoy.
“Daha çok bir inançsıza ve çöplükte bulunan bir adama benziyor,” dedi. Sonra siz aklı başında ve steril hayatlar sürdürenlerin deli diyebileceği bir biçimde güldü, güldü, güldü. Daha anlatacakları vardı:
“Ben sokaklara düşmek üzereyken... Açken ve evsiz kalmama az bir zaman kalmışken tabii bütün kitaplarımı satmıştım ve onlar sayesinde bir süre karnımı doyurup bitli odalarda barınmıştım. Okuyacak bir şeyim kalmamıştı elimde. İsveç Konsolosluğu’nun yanında şu Almanca kitap filan satılan dükkânın vitrinde ‘Ücretsiz İncil’ ilanını gördüm. İçeri girdim, sol köşede bir kutunun içinde vişneçürüğü el kadar İnciller vardı. Sormadan bir tane aldım ve çıktım. Bir yabani olmuştum artık. Nezakete ihtiyacım yoktu. Bir kitaba ve biraz ekmeğe ihtiyacım vardı. Ama içimden o ilahi ses ‘senin inanca ihtiyacın var’ diyordu. Allah’ın evine girmeye çalışıyordum. Camilerde kapıdan kovuyor, ayakkabı çalmak için geldiğimi sanıyorlardı. Kiliselerde sadece gündüzleri oturabiliyordum. Bir iki tanesinde papazın bana bir fincan çorba verdiği oldu. Haşlanmış yumurta ve patates de. Sonra bunlar için oraya gittiğimin sanılmasından korktum ve utandım. İnancı başka bir yerde bulacaktım. Hem inancı sadece Allah’ın evinde aramak, kolaycılıktan başka bir şey değildi. Güzel günlerde güneşe karşı, kötü günlerde yağmurdan kaçıp bir saçak altında İncil’i okudum. Okudum ve inandım. İnanan insanın sokaklarda ya da bir evin içinde her yerde varolabileceğini anladım. Sonra bir kızı sevdim. Benim gibi düştü düşecekti sokaklara. Onun işi daha zordu. Bana inançsız dedi. Üzüntümden bir istasyonda günlerce uyudum. Uyandım ayağa kalktım. Hâlâ bana inançsız denildiğini unutmuş değildim. Tekrar uyumak üzere yıkılacakken göğsümde sakladığım İncil düştü. Kama onu yerden alıp bana uzattı. Sonra birlikte onun krallığına geldik ve ben ona inanmak üzerine fikirlerimi anlattım. İlk söylediği beni rahatsız etmişti; “Sokaklarda böyle konuşanlar yok,” demişti. Beni bundan dolayı ayrıcalıklı bulup yatacak yer, çöpten de olsa yiyecek ve konuşabileceğim insanlar belki bir iş verecekti demek. “Sen gerçek bir inançsızsın,” dedi sonra bana. Ben de inanmaktan vazgeçtim. Sokağa düşmemek için çabalamaktan vazgeçtiğim gibi.”
Leyla ısrarla susuyordu. Susuyor ve yatakta yatan adamın bir an önce ölmesi için dua ediyordu. Hatta onu bulduğu yere bırakmayı bile düşündü. Ama Tolstoy adını aldığı büyük yazar gibi heyecanlı heyecanlı yeni fikirler ortaya atıyordu. Şimdi söylediği işe yarar cinstendi.
“Bu inaçsızı inanmadığı için yakmışlar olsa gerek. Üzerindekileri daha çıkarmadınız mı? Yanıklarını temiz suyla her gün yıkamalı. Onun can çekişmeye devam etmesini istiyorsan çöplerin arasında bırakmalıydın.”
“Turist’i Doktor’a gönderdim.”
“Doktor’u buraya sokacağımızı mı düşünüyordun?”
Leyla içinden kendisine bunca yıl nerede yaşadığını sordu.
“Savaşlar senin gibi içinde yaşadığı çöplükte ne olup bittiğini bilmeyenler yüzünden çıkar, kitaplar senin gibi insanlar için iner.”
Leyla, Ejder’e “Temiz su bul,” emrini verdi ve çöplükte bulduğu adamı Tolstoy ile birlikte soymaya koyuldu. Adamın gömleğinin düğmelerini Tolstoy çözüyordu. Çözdüğü düğmelerden birisini merakına dişledi, “Hımm gerçek sedef.”
Onu asıl şaşırtacak şey çamur rengi yatak örtüsünün kıvrımları arasına saklanmıştı: Bir samuray kılıcı. Tolstoy bunu görünce gözleri faltaşı gibi açıldı. Leyla bir an kılıcı saklaması gerektiğini düşündü. Ama kılıca dokundukları anda adam elini güçlü bir pençe gibi Tolstoy’un elinin üzerine attı. Tolstoy elini bu pek fiyakalı görünen kılıçtan çekti ve kafasının karıştığını belirten hareketi yaptı. Krallığı ele geçirmeye çalışan Fehmi’nin işi zordu. Komün üyeleri bu kılıcı görse adamın ayaklarına kapanırdı.
Leyla adamın yanık tarafına yapışmış gömleği kaldırmaya çalışıyordu. Bir parça yanık deri kömüre dönmüş kumaş parçalarıyla birlikte kalktı. Bu epey acı vermiş olmalıydı ki adam yattığı yerde dikilir gibi oldu ve titredi.
“Yavaşşş” diye Leyla’yı uyardı Tolstoy, “Parmak uçlarınla.”
Leyla biraz önce ölmesini istediği adamı okşamak ve öpmek istiyordu. Öpmek ve iyileştirmek. Öpmek ve şuursuz bu yabancıya sarılıp ağlamak.
Kaynatılmış, soğutulmuş suyla adamın yanıklarını sildiler, aralık dudaklarına biraz su damlattılar. Küçük kırmızı bir dil ıslaklığı yaladı. Susadığına kanaat getirdiler. Ona su verdiler. Leyla tıpkı annesinin istediği bir dolu bardak votkayı içirir gibi içirdi suyu. Hatta bunu yaptıktan sonra Tolstoy’un işemeye çıkmasından istifade başını adamın sağlam kalan tarafına koydu. Saçlarının arasından, kulak memesinin arkasından gelen o yumuşak güzel kokuyu daha şiddetli duydu. Hatta o halde uyuyakaldı ve rüyasında kendisini sevgiyle kucaklayan anne babasını gördü. Sonra onların annesiyle babasının kılığına girmiş, tıpkı onlar gibi konuşan yabancılar olduğunu anladı. Yine de onlara sarılmaktan, öpücüklerine karşılık vermekten vazgeçmedi.
Sabah Leyla’yı Turist uyandırmıştı. Doktor’dan haber yoktu. Hastanedekiler yanık için büyük bir paket hazırlayıp vermişlerdi. Doğrusu büyük nezaketti, incelikti. Gazlı bezler, merhemler, ağrı kesicilerle doluydu paket. Tedaviye ağrı kesicilerle başladılar. Zavallı bütün gece inlemişti. Leyla Doktor’un nerede olduğunu sormadı. Kama kaybolduktan sonra gitmişti ona. Kaybolmasına şaşırmıştı ya da şaşırmamıştı. Leyla insan yüzlerini okuyamıyor, onun yerine ben yapıyorum bunu. Doktor üç-dört ay önce çöplüğe gelmiş metalik gri arabasını çöplüğün biraz ilerisine park etmişti. Leyla o sırada Çöplük Bitleri’yle birlikte eşeleniyordu. Fehmi alüminyum toplayanlardan komün adına haraç alıyordu. Doktor önünde Che’nin uzaklara bakar fotoğrafının olduğu bir tişört giymişti. O kavanoz dipli gözlükleri gözünde, bildik çantası elindeydi. Onu gören komün üyeleri bir vahşi gibi koşmuşlar, ellerine ne geçerse fırlatmışlardı. Leyla olanları seyretmişti. Doktor kulağına gelen irice bir taşla neye uğradığını şaşırmıştı. Kan kusa kusa gidiyordu. Arabasını çalıştırıp zikzaklar çizerek gazladı. Arabasının arkasında ağır ağır göğe doğru yükselen bir toz bulutu bırakmıştı.
Leyla bütün bunları unutmuş muydu?
Yoksa Turist, Doktor’u sormamış bile, elindekileri komün üyelerini pek iyi tanıyan o laborant kadından mı almıştı? Ah, o Doktor’un sevgilisi olan laborantın kız kardeşi de bir başka hikâyeydi. Antropolog bir çaylak. Ablası ona çöplükte yaşayan, eğitimli tuhaf bir insan topluluğundan söz edince atlamış olmalıydı. Komün demeye yanaşmadığı, ısrarla mezhep dediği bu toplulukla ilgili bir şeyler yapmak istiyordu. Bir yaz gecesi gökyüzü yıldız kaynarken ablası ve Doktor’la birlikte gelmişti. Barakanın önünde oturuyor, aralarında şöyle konuşuyorlardı. “Bu koku bir işkence, işkencenin en ağırı, ıııhhhhhhhh.” Kama, Leyla’yı biraz önce düzmüştü. Bu sebeple yeni doğmuş bir kuzucuk gibi Leyla’nın bacakları titriyor, doğrulamıyordu bir türlü. Gülümser bir vaziyette yüz üstü yatmıştı kirliler kirlisi yataklarında. Sesleri duymuş ama kalkmamıştı. Doktor ve laborant sevgilisinin sesini hemen ayırt etmiş, diğer genç kadın sesini merak etmişti. Konuşulanları dinlemiş ama bir şey anlamamıştı. Daha çok Kama’nın bir başka adammış gibi konuşmasına takılmıştı. Kıs kıs gülüyordu yattığı yerde. Kurnazlığından ya da alay etme arzusuyla değil de bu gerçekten komik olduğu için gülüyordu. Gülüyor ve açık pencereden yıldızları seyrediyordu.
Kama sözü ne yapıp etmiş üzerinde en fazla konuşabileceği, hayran olduğu adam, Alman düşünür Heidegger’e getirmişti. Leyla da en çok bir tiyatro temsiline benzettiği bu duruma gülüyordu ya... “O halde çetrefil bir bilmeceyle yüz yüzeyiz,” diyordu Kama. “Nazizmi savunan bir filozofun metinleri, Nazizmin tüm biçimlerine direnmeyi amaç edinmiş siyasal mücadelelere nasıl yardımcı olabilir? Buradaki paradoksal düğümü nasıl açıklarız?” İşte tam burada kadınlardan birisinin, muhtemelen laborantın esnediğini ve süt beyazı sabolu bacağını daha şiddetli salladığını görmüştü kapı aralığından. Sonra teneke evlerinin içinde bir tıkırtı duymuştu. İncecik topuk sesleri. Birisi gölge gibi dolaşıyordu içeride. Sonra o birisi başucuna eğilmişti. Dökülen ay ışığında at kuyruğu saçlarını, tel çerçeveli gözlüklerini seçmiş fazla konuşmayan üçüncü kişinin o olduğunu anlamıştı. Yabancı, başucunda asılı duran Kasparov’la birlikte göründüğü gazete fotoğrafına bakıyordu. Leyla dehşetle çarşafların arasından kurtulup pençeye benzer elini duvardaki çerçevenin üzerine attı. Meraklı yabancının çığlıkları teneke evin içinde iki-üç kat büyüdü, yankılandı. Sadece çığlıkları fazlaca korkmasının işareti sayılabilirdi ama o üstüne bir de bayıldı. Önce yatağa, Leyla’nın üzerine devrildi sonra yumuşakça yuvarlanıp yere düştü. Kama, kızın tuvaleti teneke barakalarının içinde aramasına çok şaşırmıştı, “Tuvalet dışarıda,” demişti. “Dışarısı bizim içine ettiğimiz dünyadır.”
Korkup bayıldığı gecenin ertesi tekrar çıkıp gelmesi inatçı ve çalışkan bir akademisyen olduğunu ortaya koyuyordu. Komünün bir zamanlar üst sınıfa mensup iki adamı Tolstoy ve Fehmi kıza anında aşık olmuşlardı. Hiç şansları olmadığını bildiklerinden tuvalet ispirtosu içip kızın karşısında maymun gibi oturarak kendilerini avuttular. Bu Kama’nın işine geldi, kıza komünle ilgili bir sürü hikâye anlattı. Leyla şimdi çöplükte bulduğu adamın yanık tarafına merhem süren, bunu yapmak için ellerini yıkayan Tolstoy’un yakasını bu aşktan kurtaramayacağını sanıyordu. Ama o, antropolog kızın ardından ayakta kalmayı başarmıştı. Kız, “Kayıp Yer” adını verdiği komünlerine gelip giderken Leyla gerçek kimliğinin ortaya çıkmasından, FİDE’nin gelip kendisini yaka paça götürmesinden korkuyordu. Bu korkuyla yataktan çıkmıyor, yemek bile yemiyor, tuvalete gitmeye korkuyor ve mütemadiyen altına pisliyordu. Kama yorganı kaldırıp da onun beline kadar çıplak gövdesini, vahşi bir hayvanın başına benzeyen feci halde kıllı cinsel organını, ezilmiş dışkısının üzerine sere serpe yatarken görünce deliye dönüyordu. Bu delilik anında Leyla’ya kötü dayaklar atıyordu. Leyla dayağı hak ettiğini düşünüyordu. Kama aralarında hiçbir konuşma geçmeden, Leyla’yı o kızı kıskandığı için böyle yalandan hasta sanmıştı. Leyla ağlayarak gerçek nedenini anlattığında utançtan ve sıkıntıdan tırnaklarını kanatana kadar yemişti Kama. Sonra,
“Gerçek bir vahşiyiz biz,” demişti. Leyla için kıza çoktan bir hikâye uydurmuştu bile: Evini yakıp akıl hastanesine düşen genç bir kadın.
Leyla şimdi yanıklarının iyileşeceğine inandığı adama bakarken Kama’nın kendisi için neden böyle bir hikâye uydurduğunu düşünüyordu. Neden sadece akıl hastanesine düşen demekle yetinmemişti. Yaşadıkları komüne Kayıp Yer adını veren o kız ilk günden beri Leyla’dan hep korkmuştu. Belki çöplükte bulduğu adam da kendine gelince ondan korkacaktı. Oysa Leyla şimdi onun saçlarını kesiyor, kesmekle kalmayıp kafasını kazıyor ve ona aşık olduğunu düşünüyordu.
Geceleri Kömür’ü barakaya alıyor ve artık gülümser gibi uyuyan adamı seyrediyorlardı. Belki o gece yılbaşı gecesiydi ama bundan çok sonra, şehrin yılbaşı ganimeti çöplüğe geldiğinde haberleri olurdu. Kömür o gece titriyordu. Leyla onu gazete kâğıtlarıyla sardı. Hatta başına bir de külah taktı. Ne güzel bakıyordu Kömür. Köpeğine seslice gülünce sanki adam da güldü. Leyla başını çevirdiğinde onu biraz daha uzamış bir dudak çizgisiyle yakaladı.
Saçlarını kazıyınca çok değişmişti. Kestiği saçları atmaya, yakmaya kıyamamıştı Leyla. Kömür şimdi gümüşi pırıltılar saçan, yumuşacık görünen mis kokulu saçları kokluyordu.
Kömür’le öpüşüp koklaştılar, birbirlerini kucakladılar. Üzerlerine elek gibi olmuş battaniyeyi alıp bir köşeye kıvrıldılar. Ay ışığı buz tutmuş pencerelerden ne yapıp edip sızıyor, teneke evin içini aydınlatıyordu. Sobanın alevi kaybolmuştu. Adamın ve hemen koynuna girip uykuya dalan Kömür’ün nefesleri Leyla’ya huzur vermişti. Gözleri açık karanlıkta her köşesini çok iyi bildiği evini seyretti. Adamın ucu kıvrık burnunun belirgin durduğu yüzünü. Kömür çok sevdiği sahibine biraz daha sokuldu ve Leyla bu gecenin hiç bitmemesini istedi. Bu onun mutsuzluk alametiydi. Mutlu olduğu o biricik anda asılı kalmak istiyordu. Gözünü açtığında komünden sürüleceğini, kraliçelikten olacağını düşünüp korkuyordu. Hayatta bütün korkularına iyi gelen tek bir şey biliyordu ama artık satranç tahtası üzerine taşları doğru düzgün dizemiyordu bile. Bunun için üzgün müydü? Hayır, her şey geçmişte kalmıştı. Geri dönüşüm imkânsızdı. Geri dönüşebilen çöpler eski fiyakalı ambalajlarına dönmüyorlardı. En önemlisi çöplükte bulduğu adamı kral ilan ettirebilmekti. Sonra ömrünün sonuna kadar Kayıp Yer’de kalabilmek.
Kömür’ün ıslak burnu yanağına değdi. Tam göğsünün üzerinde onun kalp atışlarını duydu. Yumuşacık patisini omzunun üzerinden alıp okşadı. Hayatındaki herkes Kömür kadar iyi olsaydı, onu sevseydi ve Leyla mutlu olsaydı. Hayattan bu kadar az şey isteyen birisi için şu buz tutmuş pencereye bakarak uyumak haksızlıktı. İnançsızlık onun hakkıydı. Ona bu hayatı sunan, onu gözden çıkarmakta sakınca görmediği küçük bir piyon gibi bütün faşistlerin ve kötülüklerin üzerine süren Allah’ı, onun inancını hak etmiyordu.
Leyla uyudu.

Uyandığında mutsuz oldu elbette. Ne aptallık, karanlıkta artık inanmaktan vazgeçtiği Allah’ının onu görmediğini düşünüyordu. Eh gözüne görünmezse, başına başka kötülükler de sarmazdı hani. Ama bir iyilik de düşünmezdi onun için.
“En büyük faşist Allah’tır!” diye bağırası geldi.
Kat kat örtülerin, çöpten çıkmış, eleğe dönmüş, geniş geniş lekelerle desenlenmiş battaniyelerin arasından güçlükle doğruldu. Kömür’le sarmaş dolaş sıcacık uyuduğundan, ağzının suyu keyiften ve mutluluktan akmış, akmış çenesinde ve yanağının bir kenarında kurumuş, kuruduğu yeri iyice germişti. Kapının tam önünde bekliyordu Kömür. Tatlı tatlı inliyor, Leyla’nın anladığı biçimde şöyle diyordu:
“Aç kapıyı çişim geldi.”
Leyla da aynı ihtiyaç içindeydi. Çöplükte bulduğu adam için bunun çözümünü bulmuşlardı. Zavallının susuz kalmış vücudu koskoca pet şişenin dibini ancak bir parmak yüksekliğinde kanlı, portakal rengi bir çişle doldurabilmişti. Kakasını pekâlâ altına edebilirdi. Bembeyaz güzel poposunun altına su seçirmez bir çocuk pardösüsü yaymıştı Leyla. Ama adam yediği son ziyafetin artıklarını ısrarla bağırsaklarında, içinde tutmakta kararlıydı. Elinde kalan son zenginliği onlardı çünkü. Leyla adamın yanık tarafını açıkta bırakan örtüyü kaldırdı, çocuk pardösüsünün altın rengine çalan ezilmiş bir pislikle lekelenmiş olmasını umuyordu ama pardösü çöpe düştüğü ve Leyla’nın onu bulduğu günkü gibi tertemizdi.
“Yanlışlıkla çöpe giden şeyler vardır hayatta,” dedi Leyla artık sabırsızlanan Kömür’e dışarı çıkması için kapıyı açarken. “İnsanların çoğu da yanlışlıkla gider çöpe. Hayatlarını paylaştıkları değerli eşyaları gibi, pasaportları, kimlikleri, en pahalı gözlükleri, altın kaplama sigara tablaları gibi.”
Hava daha da soğumuştu ve yağmur başlamıştı. Toprak hemen kıvamlı bir çamur haline gelmişti. Sis bir okus pokus yapıp çöplüğü geniş bir düzlüğe benzetmişti. Kömür işini görmüş, Kraliçe’sine refakat ediyordu. Peşi sıra gelen ve kendisiyle konuşan yaşlanmaz ve kirlenmez, çöplükte değil de pırıl pırıl bir evde ya da bahçede yaşıyormuş gibi duran Kömür’e arada dönüp bakmaktan kendisini alamıyordu Leyla. Her bakışında Kömür’ün patilerinin çamura gömüldüğünü ama kirlenmeden çıktığını görüyordu da korkup başını çeviriyordu. Başını çevirmekten ve tanık olduğu doğaüstü şeyden dolayı dehşete düşüp sersemledi ve yerleri süpüren, bir kraliçeye çok yakışan kat kat yün eteklerine takılıp düştü. Çamurlanan ellerini paltosunun eteklerine sildi, yoluna devam etti. Sonra tuvaletini etmeyi alışkanlık haline getirdiği kaya parçasının arkasına geçmeden oracığa çömeldi ve önce buharlar çıkaran çişini sonra takoz gibi kakasını etti. Şöyle yumuşacık kıvamlı bir dışkısı olmamıştı bugüne kadar. Hep yumruk büyüklüğünde, büzüğünü çatlatan ve kanatan boklar çıkarmıştı içinden. Öyle ki on günde bir yapabildiği kakasını biraz eğimli bir yere kondurduysa top gibi yuvarlanıp giderdi pislikleri. Lir çalan melek ve çelengin içinde uçtu uçacak gibi duran güvercin heykelleri seçilen oğlunun mezarına gitmeyi düşündü. Günlük ziyaretlerini aksatmıştı. Çöplükte bulduğu adamı yalnız bırakmak istemiyordu. Onun kral olacağını bilenler gelip onu boğazlayıp ya da zehirleyip giderler diye korkuyordu. Hem, ilaçları da bitmek üzereydi. İlaçlara devam ederlerse kısa zamanda kendini toparlardı adam. İlaç almaya Turist’i gönderemezdi bir kez daha. Zavallı ertesi gün döndüğünde korkudan zangır zangır titriyordu. Beş yıl önce Türkiye’ye gelip dönemeyen gerçek bir turistti Turist. Ejder gibi de değildi, başına gelenleri birer birer hatırlıyordu. Gerçek adını biliyordu: Thomas Traavnicek. Çek’ti ve günahı Tayland tatili dönüşü İstanbul’u görmek istemesiydi. İstanbul’da yaşayan bir arkadaşı da vardı. Adını unutmamıştı: Ayşe. Havaalanından arkadaşını aramış ama bulamamıştı. Vakit geçirmek üzere beklerken Tunus asıllı olduğunu söyleyen Muhammed ile tanıştı. Onun birlikte gezme teklifini kabul etti. Aksaray’da bir kafede çay içtiler. Yolda birlikte yürürlerken de Thomas’ın başı döndü, bayıldı. Gözünü açtığında Fatih’teki Şehit Fikret Erciyes Karakolu’ndaydı. Bütün eşyaları, parası çalınmıştı. Kimse İngilizce bilmiyordu. İki gün karakolun bahçesinde oturup gelen geçene İngilizce bilip bilmediğini sordu. Bilen birisinin yardımıyla polislere derdini anlattı. Ardından önce yürüyerek Sultanahmet’teki Turizm Polis Merkezi’ne gitti. Onlar da kendi ülkesinin konsolosluğuna gitmesini önerdiler. Otobüs parası yoktu. Yürüyerek konsolosluğu bulmaya çalıştı, buldu, bir gece konsolosluğun önünde yattı, ertesi gün ona yardım edemeyeceklerini öğrendi. Gözünü açtığı ilk karakolu aramaya koyuldu, yollarda kustuğunu ve tekrar bayıldığını hatırlıyordu. Bir yaz yağmuruna yakalandığını, bu sırada bir köprünün üzerinde olduğunu, nehir gibi bir karaltının üzerinden geçen küçük gezi teknelerini, onların motorlarının neşeli seslerini, hatta bir ara kendisini ülkesinde sandığını, annesinin, “Başına neler geldi Thomas,” dediğini, gökyüzünün bir anda çatlayıp aydınlandığını ve yağmurun daha şiddetli ama ılık ılık ve çok güzel yağdığını, başını diğer yana çevirdiğinde camileri ve hayran olduğu mızrak gibi dikilmiş minareleri gördüğünü hatırlıyordu. Sonra gözünü çöplükte açmıştı. Saf ve iyi niyetliydi, buradan çıkış olmadığını anlamıştı. “Allah’ın senin için uygun bulduğu hayat artık burada,” demişti de Kama, anlamış gibi bu dramatik cümleyi ağlamıştı. Daha yirmi yaşında geçmişinden başka bir şeyi kalmamıştı. Şehirde bildiği tek köşe Çapa Tıp Fakültesi’ydi. Komünün en güvenilir adamı olarak özel ulak görevini Kama ona vermişti. Her defasında kaybolup çöplüğe dönemeyeceğinden korktuğunu söylüyordu. Nasıl da unutmuştu Leyla bunları.
“Çöplük benim yeni ülkem,” diyordu. “Buraya dönemezsem ölürüm.”
Onu bir yere göndermek en büyük işkenceydi. Çok kızdı Leyla kendisine. Gözleri islenmiş cam gibiydi, hiçbir şeyi göremiyordu. Kalbi sekizinci kareye ulaşıp vezir olma hevesinde bir piyon gibiydi: Kama’yı beklemekten ve kraliçeliği kaptırmamaktan başka bir şey düşünmüyordu.
Çöp kamyonu şoförlerinden isteyecekti ilaçları. Bu düşünceyle döndü barakasına. Adama şekerli suyunu verdi. Böyle giderse iğne ipliğe dönerdi bu adam. Sonra pansumanı yapıp çöplükte dolu halde bulduğu metalik yeşil cüzdanını açtı. İçinde bir ellilik, bir yüzlük vardı. Memleketi satanların ve Türklerin en sevdiği para birimi cinsinden. Elli doları aldı fiyakalı bir rulo yaptı ve bir kâğıtla kalem aramaya koyuldu. Kama’nın mütevazı kitaplığına bakındı. Mavi plastik ciltli “Kayıp Yer” isimli araştırmanın yazıldığı bembeyaz kâğıtların arkası bu iş için müsaitti. Yazılı kısımda çöplükten kazanım ile ilgili rakamlar, yüzdeler vardı. Sonra kafası karışık beceriksiz akademisyen Kama’ya çöplükte yaşamak, varolmak gibisinden bir soru sormuştu. Cevap diğer yazılanların aksine daha koyu harflerle dikkat çekiyordu:
“Sokaklarda ve çöplükte vahşeti gördüm. Karnı deşildiği halde koşa koşa gidenleri, beyni gri gıcır gıcır parlak bir bulamaç gibi kulağından akanları.”
Leyla bıyık altından güldü Kama’nın o küçük antropoloğu korkutmak için söylediklerine. Çöplükte şehvetten ve öldürmekten korkmayanların varolabileceği gün gibi açıktı. Gerisi düzenli hayatların insanlarıydı, ancak yüreklerinde, karanlıklarında kalan pislik ve kötülükle buraya düşseler yaşamaya devam edebilirlerdi.
Pöfff dedi Leyla, kullandıkları ilaçları teker teker yazmaya koyuldu. Bir kalemi de vardı hani. İstediği her şey vardı Çöplük Krallığı’nda. Dışarı çıktı. Sağına soluna bakındı. Anlaşılan komün daha gözünü açamamıştı. Peşi sıra gelen Kömür’e, kendisini dinleyen en sadık komün üyesine orada kalmasını ve içeride yatan adamı korumasını emretti. Kömür felaketine giden, sislerin içinde kaybolan sahibinin arkasından inleyerek baktı. Bu belki de onu uzaklara doğru üzerindeki paçavraları savurarak giderken gördüğü son andı. Leyla bilmezdi, onun “Gelme” dediği mesafelere savrula savrula gidişini, çok uzaktan dönüp ona bakışını Kömür çok severdi. Her hayvan gibi sahibine aşıktı.
Leyla çöp kamyonlarının gelip geçtiği kavşakta durdu. 12 yıldır tanıdığı Hamza’nın kamyonunu arıyordu gözleri. Bebeği ve rahimi dışarıda hastaneye gittiği Hamza’yı. Onu Kama’nın kucağında krallığa getiren Hamza’yı. Devletin elinde yıllar yılı güneş görmeyen hücrelerde tutulup diri diri çöplüğe gömülen mahkûmları bulup çıkaran ve onları Kama’ya bırakmadan Küçükarmutlu’ya taşıyan Hamza’yı. Ama Hamza bugün yoktu. Hamza belki yıllardır yoktu. Başka bir kamyon durdu önünde. İri yarı şoförü eğildi gövdesi büyüklüğündeki direksiyonun üzerinden, “Ne oldu güzelim, ne aranıyorsun?”
“Hamza’ya bakıyorum.”
“Bir sürü Hamza var canım. Sen nasılına bakıyorsun?”
Leyla yutkundu ve başını öne eğdi. Çaresiz elindeki listeyi ve parayı şoföre uzattı:
“Bir hastamız var. Şurada ‘Çöpçüler’ dediğiniz barakalardayız biz...”
“Oooo kimin eli kimin cebinde şeysinden ha!”
Cevap vermedi Leyla.
“Herkesi korkutan bir ağanız varmış ondan kimse yaklaşamazmış size. Böyle söylüyordu arkadaşlar. Şu çöplüğe atış talimine gelen arkadaşlar.”
Hatırlamıştı Leyla onları. Belediyenin getirip çöplüğe bıraktığı köpeklerin üzerinde atış talimi yapıyorlardı. On beş gün önce neredeyse kapılarının önlerine kadar gelmişler aralarında tartışıp gitmişlerdi. Üç-dört kişiydiler.
Kamyon şoförü Leyla’nın uzattığı listeye dudak bükerek baktı ama diğer elindeki elliliği görünce gözleri yuvalarından fırladı.
“Nereden buldun onu? Orospuluk mu yapıyorsunuz burada?”
“Bu...” dedi Leyla elindekine ilgisizce bakarak, “bu çöplerin arasından çıktı. Bir cüzdanın içinden. Ara sıra olur böyle şeyler...”
“Bak sen, demek bizim üç kuruşa taşıdığımız çöplerin içinde ne hazineler varmış. Çok var mı daha bunlardan sende?”
“Yok.”
“O zaman sizin ağa babası o elinde gürzle dolaşan pezevenk çok zengindir ha! Sizi meraklılarına mı pazarlıyor. Ne bileyim, kedi kanı filan içen zengin çocukları varmış, onlarla burada dolar karşılığı âlem mi yapıyorsunuz?”
Leyla dünyayla, hayatla ilk defa muhatap oluyormuş gibi baktı. Kama gürzü elinde bu kavşakta beklediğinde “zınk” diye dururdu çöp kamyonları, “hop” diye atlardı arkaya Kama, “vornn” diye yol alırlardı şehre doğru. Etrafa korku salan gürzü de çöpten çıkmaydı. Gürzü gücü, gücü iktidarıydı. Aynı iktidarı çöplükte bulduğu samuray kılıçlı adam sayesinde Leyla devam ettirecekti. Adamın iyileşmesi gerekirdi.
“Para artarsa,” dedi bütün iyi niyetiyle Leyla, şoförün tereddüt dolu bakışlarından ürkse de bir an gözünün önünde bir deri bir kemik samuray kılıcı belinden düştü düşecek yerlerde sürünen bir kral adayı canlanınca yutkundu ve isteğini söyledi:
“Biraz et alıp getirir misiniz?”
Et suyunun her şeye şifa olduğunu söylerdi Ruslar. Dünyanın bütün gücü var onda derdi bizzat yeme içmeleriyle ilgilenen Madam Olga. Kasparov lop dana etlerinin ve kereviz yapraklarının yüzdüğü çorbasını isteksizce karıştırırken Olga onun iştahını açacak şeyi söylerdi:
“Oooo, Tigran (Petrosjan demek istiyordu) bir oturuşta bir kuzu yerdi.”
“Yalan bunlar,” derdi Leyla on beş yaşında sinirli bir genç kız olarak.
Madam Olga sarkık yanaklarını titreterek, sallandırarak uyarırdı onu:
“Satranç dünyasında yalan yoktur matruşkam. Kafa, beden ve ruh gücü vardır. Bunlara sahip olabilmeniz için Tanrı güzel yiyecekleri ve onları usulünce pişirip sizi besleyecek olan Olga’yı göndermiştir.”
Leyla çöp kamyonunun sabırsızca homurdayan ve homurdadıkça titreyen ön kaputuna bakarak düşünüyordu iyi beslenmenin ölüyü bile dirilten gücünü. Bu yüzden şoförün ikinci defa tekrarladığı soruyu duyamadı:
“Çıkmıyor mu çöpten et... Dolar filan çıkıyor da!”
“Ben çıkanları yiyebiliyorum ama o daha buna hazır değil.”
“O kim?” diye sordu şoför. Münasebetsizce Leyla’nın burnunun dibine kadar girmişti.
“Bir canlı,” dedi Leyla baş parmağını bu cevabı bulmuş olmasından dolayı sevinçle havaya doğru dikerek. Bu haliyle ikonalardaki azizelere benziyordu ama dudaklarına yapışmak isteyen adam dinden imandan çıkmış birisiydi. Leyla bir iki adım uzaklaştı. Uzun etekliklerine dolanıp popo üstü yere düştü:
“Yarın, yarın getirirsiniz değil mi? Sizi burada beklesem aynı saatte...”
Saati tespit etmek için çöplüğün üzerindeki ışığa baktı Leyla. Ama adamla mutabık kalıp kalmadıklarını anlamak mümkün değildi. Kamyonunu üzerine doğru sürmeye başlamıştı Leyla’nın. Koca kamyon fır fır dönüyordu peşinde Leyla’nın. Ah, ezecek, cılkını çıkaracaktı onun. Leyla durdu, kamyon durdu. Teslim olur gibi ellerini kaldırdı Leyla. Daha hızlı koşamazdı, daha fazla kaçamazdı. Durdu durdu birden gazladı kamyon. Kasasındaki birkaç çöp kalıntısı uçuştu etrafa, çöp suları sıçradı bulanık yağmur damlaları gibi. Böyle komik ölmezdi Leyla ama inanmadığı Allah’ının biraz eğlenmesi gerekiyordu direksiyon başındaki zorba gibi. Kamyon Leyla’nın göğüs boşluğuna çarptı. Öyle ki ağzı burnu kamyonun sıcak radyatör ızgarasına değdi. Yere düştü, tekerlekler iki yanından hızla yürüyen dev örümcekler gibi geçip gitti. Önce gökyüzünü gördü Leyla ama ölmediğine kanaat getirememişti daha. Onu ölmediğine inandıran koşarak gelen Kömür oldu. Leyla’nın kanayan burnunu yaladı, ağzını yaladı kırılan kaburga kemikleri için ne tıbbın ne de Kömür’ün yapabileceği bir şey vardı. Kırık kaburgaların tedavisi ister Çöplük Krallığı’nda ister beş yıldızlı bir otelin suitinde değişmezdi; zamana karşı, kendiliğinden düzelirdi kırık ya da çatlak kaburga kemikleri. Leyla kırık kaburgalarına rağmen doğruldu ve kendisini şakacıktan ezen kamyonun arkasından bakakaldı:
Acaba ilaçları ve artan parayla alacağı eti getirecek miydi? Belki de o kamyon şoförü dünyayı yıkmak üzere geri dönecek türlerdendi.
Sorun değil: Leyla’nın her şeye karşı umudu vardı. Hızlı satrançta kimsenin eline su dökemediği Judith Polgar karşısında dört parti üst üste yenilmiş, sonraki beş partiyi muazzam bir açılış, harika bir vezir gambiti ve üç olağanüstü savunma ile kazanmıştı. Kendisi gibi kadınlar liginde oynamayı reddeden Polgar’a çıkardığı oyunla ünlü satranç dergisi British Chess Magazin’e göre tarihe geçmiş, özellikle savunmaya dayalı oyunlarında satranç tahtası üzerinde rakibine karşı bir rüzgâr estirdiğinden söz edilir olmuştu. Aynı mantıktan hareketle oluşturduğu bu özel savunma “Leyla Rüzgârı” diye adlandırılmış, satranç yazarları tarafından üzerine gelen rakip taşlarını hafif bir esintiyle sallandırıp ortalığa saçma, ne yapacağını bilemez duruma getirme olarak yorumlanmıştı.
Doğrusu, homurtular çıkararak üzerine gelen kamyona karşı tavrı hayatta kalacağına dair içinde bir his barındırmaktan öte hiçbir şey yapmayıp, tekerleklerin üzerinden geçmeyeceğini varsaydığı bir noktada kalıp bedenini savunmaktı. Zavallı Leyla’nın bizim boş boğazlığımıza kulak kabartacak hali mi var? Ağzından ve burnundan bir kez daha koyu kıvamlı bir sıvı geliyor, hafif bir öksürük ve öğürme bu sıvının akışını hızlandırıyor. Leyla değil de Kömür inliyor onun yerine. Mutlaka böyle görmek istemezdi Leyla’sını.
Barakasına döndüğünde bir mucizeyle karşılaşıyor Leyla, çöplükte bulduğu adam yatakta hafifçe doğrulmuş ona bakıyor:
“Su,” diyor anlaşılır bir biçimde. Sonra “ekmek.” Leyla onu öyle kendine gelmiş görmekten çok burayı yadırgamamasından memnun koşturuyor. Önce su, sonra ezilmiş, ufalanmış ekmek, hatta Leyla’nın kendi ağzında ezdiği meyveler, küflü de olsa biraz peynir. Gözlerini Leyla’dan ayırmadan birer lokma yiyip güçlükle çiğniyor adam. Karnını doyururken arada Leyla’ya gülümsüyor da. Hiçbir şey söylemiyor Leyla. Belli ki adam “Kayıp Yer”de, başına gelen felaketlerle bu dünyadan ayrılmış, geri dönmüş ve bir süre asılı kalacağı o boşlukta şimdi.
Sonra ne mi oldu? Leyla yedi gün boyunca kararlaştırdıklarını sandığı saatte kavşakta kendisini çiğnemek isteyen kamyonu bekledi. Kamyonlar geldi geçti, hatta Hamza bile geçti. Leyla’yı gördü, durdu:
“Bekleme bacım buralarda, başına iş gelir, haydutlar sardı buraları” dedi ve gitti.
Artık komününe hükmedemiyordu. Yoksa buralarda tek başına bekletmezdi kimse onu. Ne Turist ne Ejder ne de Tolstoy, hiçbirisi ortalarda görünmüyorlardı. Fehmi, o hiç yoktu. Gözüne binbir türlü görünen çöplüğünü seyretmeden duramazdı oysa. Barakasının önündeki koltuğu boştu. Leyla barakasına döndüğünde onu kapının önünde buldu. Kömür paçasına yapışmış bırakmıyordu.
“Kolaydı bu itten kurtulmak ama ona elimi bile kaldıramam,” dedi. Leyla Fehmi ile konuşup anlaşabileceği hissine kapıldı. Kendini tutamayıp Kömür’e ismini verenin o olduğunu hatırlattı. Ayaküstü bir iki Kama anısı anlattı. Niyeti kurnazca Kama’yı hatırlatıp onun üzerinden sevilmek, saygı kazanmaktı. Ama az sonra Fehmi’nin Kama’dan nefret ettiğini öğrenecekti.
Kavgaları bir tiyatro temsili gibiydi, birbirlerini dinlemiyorlardı, boş laflar ediyorlardı, eteklerindeki bütün taşları döküyorlardı, küçük barakanın pencerelerini zangırdatıyorlardı, çinko damını, teneke duvarlarını tıngırdatıyorlardı, sinirle attıkları adımlar ve kontrolsüz el hareketleriyle istemeden eşyaların yerini değiştiriyorlar, dünyadan habersiz yattığını varsaydıkları adama kâbuslar hediye ediyorlardı. Sonunda Leyla’yı susturan cümleyi buldu Fehmi:
“Kama dönmeyecek.”
“Biliyorum,” diyerek, yataktaki kral adayıyla teselli bularak kabul etti bu acı gerçeği Leyla.
“Birinin insanları bir arada tutması gerek,” diye sürdürdü konuşmasını Fehmi. Ama Leyla onun Kama’nın geri dönmeyeceğinden nasıl böyle emin olduğunu merak ediyordu.
“Sence Kama’ya ne oldu?”
Fehmi’nin gözlerinde şefkat ve acıma okunuyordu apaçık. Hatta bir eliyle Leyla’nın soğuktan şişmiş, kızarmış ve her türlü cilt hastalığıyla deşilmiş yüzüne dokunmak istedi. Kendini geri çekti Leyla. Tahtı zorla devralacak yeni kralın kraliçesi olmayı reddetmek anlamına gelebilir miydi bu?
“Senden başka herkes biliyor bunu,” dedi Fehmi omuzlarını düşürerek.
“Neyi,” dedi bütün saflığıyla Leyla, içinden bir ses “krallığı alacağını mı, almak istediğini mi?” diyordu. Belki Kama’nın nerede olduğunun hiçbir önemi yoktu onun için. Öylesine satranç oynayan bir çaylak için şahının nerede kaldığının hiçbir öneminin olmadığı gibi.
“Yirmi gün sonra,” dedi Fehmi, “Yirmi gün sonra krallığımı ilan edeceğim.”
“Niye yirmi gün sonra?”
“Tolstoy benim için rüyaya yattı. Ama onun rüyasını Turist gördü. Rüyasında, yirmi köpek buraya doğru koşuyordu ve herkes şaşkınlıkla, korkuyla, hayranlıkla ama daha çok dehşetle yüzünü göremedikleri birisini seyrediyordu. Birileri bize saldırıyor ama bizi Turist’in yüzünü göremediği birisi, yeni kral koruyordu. Sonunda yirmi köpek teker teker kaçışıyordu.”
“Yirmi köpek, yirmi gün.”
“Evet öyle.”
“Hepsini saymış mı? Kömür, o da yirmi köpeğin arasında mıymış?”
Alay etmek ne demek Fehmi ona gösterecekti:
“Bir ülkeye yeni bir kral atandığında, eski kraliçe sürgüne gönderilir.”
Hayatında hiç yapmadığı bir şeyi yaptı Leyla. Dizlerinin üzerine çöküp Fehmi’nin ayaklarına kapandı ve onu buradan kovmamasını istedi. Onu şimdiden kral ilan etmişti. Şükür bu sefil davranışının tek şahidi Kömür ve hâlâ kendine gelemeyen, çöplükte bulunan adamdı. Bu, hayranlık uyandıran yersiz bir şah gambitinden başka bir şey değildi.
Leyla yirmi günü uyuyarak geçirdi. Rüyalarında kalkıp artık hiç umudunun kalmadığı kral adayını besledi. Böylece onun bir şah gambiti çektiğini düşünmekle hata ettiğimizi söyleyebiliriz. Eğer öyle olmasaydı içine düştüğü sefil durumu unutmak için uyku komasına girmezdi. Onu kendine getiren yatağında oturur durumda bulduğu, çöplükte bulunan adam oldu. Pencereden dışarısını seyrediyordu. Leyla usulca yanına yaklaştı:
“Giydir beni,” dedi adam. Hırıltılı ama güçlü bir sesti duyulan. Bir gözü korsan gibi kapalıydı. Vücudunun bir tarafı derisi yüzülmüş hayvan kadar kırmızıydı. Nihayet kakasını da yapabilmişti ve bundan utanç duyduğu her halinden belliydi. Onu öperek, yalayarak temizleyebilirdi Leyla. Sokaklara düşülen ilk günler insana azap veren en büyük şey, pislik ve kokudur. Leyla derin uykulardan uyanıp da kendine geldiğinde tükürükleriyle temizlemişti kendi vücudunu. Adamın bütün vücudunu sıcak suyla sildi, yaralarını yeniden sardı ve Kama’nın tören giysileriyle donattı onu: Bordo kadife bir pantolon, sırma işli bir kemer, uzun çizmeler, kolları sökük mavi bir kazak, yakası sökük yeşil bir yelek, cebinde bir fındık faresi ailesinin ikamet ettiği, etekleri yerlere değen bir palto ve astragan bir kalpak. En etkileyicisi hiç kuşkusuz paltonun kenarından bütün heybetiyle görünen kılıçtı. Evet adam epey zayıflamıştı ama dünyaya hükmedebilir bir hali vardı. Yüzünün yarısını kaplayan sakalı, bakınca insana korku salan ve hiçbir yaşam izi barındırmayan yüzünün diğer tarafıyla Çöplüğün yeni kralı olmak için sakallarını taşaklarına kadar uzatan Kama’nın yerine iktidarı almaya gelmişti.
Leyla böyle düşünerek ayaklarına kapandı. Adam, “Hep böyle eğilir misin, herkesin önünde,” dedi. Zor konuşuyordu ama şüphesiz gerçeği dile getiriyordu. Leyla onun o sefil haline tanık olmasına içerlese de gücüne hayran oldu. Adam tekrar oturur gibi yattı. Leyla mezarına yeni giren ölülere öldüklerini müjdeleyen melek gibi başucuna dikilip sordu:
“Kim olduğunu hatırlıyor musun?”
Evet anlamında başını salladı adam. Belki soylu çenesi de titredi derin bir acıyla ama yüzünün o tuhaf çirkinliği artık hiçbir şeyin yüzünden okunmasına olanak tanımayacaktı. Çöplükte bulunan adam kim olduğunu hatırlıyordu ama nerede olduğunun hiçbir önemi yoktu. Çıkıp gitmediğine göre geri döneceği bir geçmişi yoktu. Hatırladığı belki yirmi sekiz gün önce çöplüğün zirvesinde bulunduğu andan itibaren başlayan yeni hayatıydı.
“Unutmak istediğim şeyler var,” dedi adam. Leyla tekrar diz çöküp ellerini avuçladı onun. Kasparov omzunun üzerinden, kırık çerçevenin içinden ona bakıyordu:
“O adamı bulduğun yerde bırakmalıydın Leyla.”
Sonra fotoğrafta olmadığı halde Karpov geliyordu. Bir eli cebinde yağlı takım elbisesiyle yapış yapış:
“Da Leyla. Yanlış taşı aldın.”
Leyla usulca çerçeveyi döndürdü. Böylece burnunun tam dibinde bir gül açıldı. (Sizin arkasında alakasız bir görüntüyü saklayan çerçeveleriniz yok mudur?) Öyle ki Leyla gülün kokusunu duydu. Burnunu koklamak için uzattığında rengi uçmuş yaprakların üzerindeki çiğ tanelerinin ıslaklığını da hissetti. Sonra o çerçevedeki gazete kesiğini çıkardı, katladı ve yanından ayırmadığı paslı topuzları birbirinin üzerinden güçlükle kurtulan kırmızı çantasının içine koydu.
Adam bütün bunları fark etmemiş ama sesleri ondan önce duymuştu:
“Sesler...” dedi.
İkisi birlikte pencereden baktılar ve Leyla koşan yirmi köpek saydı.
21’inci köpek Kömür’dü. Leyla’nın haberci rüyanın bir iz düşümünü gördüğünü düşünüp zangırdamasının aksine, Kömür neşeyle koşuştuklarını düşünmüştü bu köpek sürüsünün. Çöplükte bulunan adam ise sesleri yoklayarak yaklaşan felaketi sezmişti. Sadece o mu, hakkını yemeyelim Kasparov’lu gazete kesiğini yanına alan Leyla da işe uyanmıştı.
Köpeklerin ardından Kral kılığına girmiş Fehmi değil de eli silahlı kara kuru kötü adamlar belirdi. Bir süredir çöplüğe bırakılan köpekler üzerinde atış talimi yapan çeteydi bunlar. Aralarında elli doların üstüyle et alacak, ilaçları getirecek çöp kamyonu şoförü de vardı.
“O dolarlı orospunun evi neresi?” diye soruyordu. Elebaşıları gibiydi. Çeteyi buraya süren, buraya gelmeleri için onları yüreklendiren o gibi davranıyordu. İki el ateş etti. Biri karavanaydı ama diğeri ağır aksak koşan bir çoban köpeğini devirmişti. Leyla dışarı fırladı. Kendisini bugün Kral ilan edecek olan Fehmi ortalarda yoktu.
“Gidin buradan!” dedi Leyla.
Köpekler susmuştu, silahlar susmuştu, hikâyeye üşüşen martılar susmuştu. Dünya her felaket anında olduğu gibi durmuştu. Zamanın işlediği martıların pıt pıt pıt kanat çırpışlarından belliydi, o kadar.
Adam bir eliyle Leyla’nın yakasına yapıştı ve filmlerdeki gibi sordu:
“Nerede dolarlar?”
Leyla’nın ayaklarını yerden kesip onu kırık kaburgalarının üzerine yere yatırdı. Postallarını da tam göğsüne bastırdı. Ah, Kömür dayanabilir miydi Leyla’sının böyle ayaklar altına alınmasına? Koşmaya başlamasıyla ona doğru, “Senin itin miydi bu?” diye sordu adam. Leyla felaketin kokusunu almıştı. Başını çevirmek istedi aksi yöne doğru, Kömür’ün tam göğsüne isabet eden kurşunla çok çok yükseğe sıçrayıp yere düşüşünü görmemek üzere aksi yöne doğru çevirmek istedi başını. Ama adam bu defa başına dayamıştı ayağını. Gözlerini kapamak aklına gelmedi Leyla’nın. Böylece Kömür’ün başı bulutlara değecek kadar sıçramışken göğsünde büyüyen kurşun yarasını gördü istemeden.
Göğsünde ağır ağır bir gül açtı Kömür’ün.
Bir kerecik inleyebildi.
Bir kerecik bakabildi Kraliçesine.
Adam Leyla’yı serbest bıraktı, Leyla koştu. Yanına geldiğinde Kömür gözlerini yumdu. Yumuşak ve güzel ağzı bir kere titredi neşeli ve oyuncu günlerinde olduğu gibi. Ağzının kenarındaki karaltıdan incecik bir kan sızdı hiç kirlenmeyen kum rengi heybetli göğsüne. Leyla kucakladı Kömür’ü. Kimin ölüsünü kucaklasa bu kadar üzülürdü bu dünyada? Sürükler gibi taşıdı onu. Öyle ki arka iki ayağı ayaklarına dolandı neredeyse. Durup iyice kucakladı onu. Hatta o ara onun güzel yüzüne de baktı, zamanı ve ölümü geri alamayacağını bilerek ve şimdi sadece bunun için üzülerek.
“Ey Kömür,” dedi, acıyla katıldı sesi, “Ey Kömür.”
Barınağının kapısını bir tekmeyle açtı. Çöplükte bulduğu adam ayakta duruyordu. Kömür’ü içeri taşıdı, usulca yatağına yatırdı. Peşi sıra girdi kamyon şoförü de barınağa. Ama sesi ondan önce girmişti içeri:
“Nerede paralar!”
Karşısında kürk kalpaklı o tuhaf adamı görünce şaşırmıştı. Belki onun Kama olduğunu düşünüp korkmuştu da.
“Köpeği niye vurdun?” diye hırladı çöplükte bulunan adam.
Pencerelerde, kapılarda onlarca göz vardı. Onlar şahit oldu. Çöplükte bulunan adam kılıcını savurdu, bir kafa dalından kopan hindistancevizi gibi yere düştü, hızını alamayıp bir o duvara, bir bu duvara çarptı, başsız bir adam barakanın içinde bir iki adım attı ve devrildi. Çöplükte bulunan adam işte o vakit yeni hayatında Kafa Koparan adıyla vaftiz oldu. Kılıcına bulaşan kanı yere serdiği leşin üzerine sildi ve kılıcını kırmızı saten işli kılıfına koydu.
Kafa Koparan, Leyla’nın Kömür’ü oğlunun yanına gömmesine yardım etti. Dönüşte bütün komün yollarını kesti. Başlarında Fehmi vardı ve çok kısa konuştu:
“Kral benim. Sizi burada istemiyoruz.”
Kalabalık açıldı, Leyla ve Kafa Koparan sessizce aralarından geçip gitti. Tam barakaya gireceklerken, “Hiçbir şeye dokunmayın,” dediği duyuldu yeni Kral’ın. “İçindeki leşle birlikte yanacak her şey.”
Barakanın köşesinde bir karaltı gibi duran Mecnun yüzünü gösterdi, elindeki şişeyi bir alev topu haline getirip teneke barakanın içine gönderdi. Leyla’nın on üç yılı hoorrrr diye çabucak tutuştu, çıtır çıtır yandı, rüzgâr onlara bir iyilik yapıp kapkara dumanları aksi yöne üfledi. Kalabalık beş on adım geri çekildi. Kafa Koparan haberci yirmi köpek rüyasıyla tahttan indirilen kraliçesinin kolunu tuttu. Birlikte yürümeye başladılar. Yeni Kral isyanını haklı çıkarmak için konuşuyordu arkalarından:
“Barındırmazlar sizi burada! Bela istemiyoruz!”
Leyla dönüp güzel çöplüğüne, güzel ülkesine baktı. Rüzgâr onu yolundan döndürmeye çalıştı. Yanında bir tarafını belirgin biçimde sürükleyerek yürüyen Kafa Koparan’la gidilecek en kolay yolun başında olduğunu düşündü. Cehenneme giden yol kolaydır, diye düşündü.